Dünya

Felaketler, talihsizlik mi sınav mı?

Maddi musibetler, hakikat noktasında felaket değildir. Esas felaket günahlarımız olan manevi musibetlerdir. Bu nedenle günahları kadere yüklemek asla caiz olmaz, yaratan Allah’tır, ancak onu isteyen nefsimizdir.

Abone Ol

“İyilik ve kötülük hepsi Allah’tandır.” (Nisa, 4/78) mealindeki ayette, iyiliği de kötülüğü de yaratanın Allah olduğu ifade edilir. “Hayrın da şerrin de yaratıcısı Allah’tır.” şeklindeki Ehl-i sünnetin düsturu, bu gibi ayetlerin bir açıklaması hükmündedir.

(Ey insanoğlu!) sana gelen her iyilik Allah'tandır, sana ne kötülük dokunursa kendindendir...” (bk. Nisa, 4/78, 79)

mealindeki ayette ise, Allah’ın yaratmasına değil, insanların cüzî iradelerine taalluk eden noktasına dikkat çekilmiştir.

Maddi musibetler ise ya bizim günahlarımıza kefarettir ya gelecek daha bela ve musibetlere engeldir ya da ebedi hayatımızda daha yüksek makamlar kazanmaya vesiledir. Bu nedenle her felakette bir nimet olduğu gibi, elbette bizim için de büyük bir sınavdır.

Bu kısa bilgiden sonra baht, talih konusuna gelince:

Baht veya talih, ilâhî iradenin insanlar için çizdiği hayat programı anlamında kullanılan bir terimdir.

Semavî dinler başta olmak üzere köklü inanç ve düşünce sistemleri kâinatı yaratan ve yöneten Tanrı’nın sınırsız bir ilim, irade ve kudrete sahip olduğunu genellikle kabul etmişlerdir. Kâinatın bütün nesne ve olayları O’nun bu yetkin sıfatlarının ilgi alanı içindedir.

Dolayısıyla tek başına her bir insanın, ayrıca insanların oluşturduğu toplumların hayat programı kaçınılmaz bir şekilde ilâhî ilim ve iradenin belirlediği çizgi üzerinde yürümek durumundadır. Şüphe yok ki Allah dilediğini yapan, her halükârda iradesini yürütendir. (bk. Âl-i İmrân 3/40; Mâide 5/1)

Öte yandan beşerî arzuların sınırsız denecek kadar çok olmasının yanında hayatta gerçekleşme imkanlarının sınırlı olduğu da gözlenmekte ve bilinmektedir.

Bu sebepledir ki insanlar fiilen gerçekleştiremedikleri veya gerçekleşmesinin zor olduğunu sandıkları önemli işleri kader denen ilâhî programa bağlamışlardır.

Türkçe’de bu duygu ve düşünceleri dile getiren baht, talih, kısmet, nasip ve kader gibi kelimeler yer almış, bu kelimelerle oluşan çeşitli deyimler doğmuştur.

Tercih edilen görüşe göre Farsça’dan Arapça’ya da geçmiş bulunan baht, “iyi ve kötü olayların bağlı bulunduğu insan üstü program.” anlamına geliyorsa da daha çok sevindirici olaylar için kullanılmaktadır.

Aynı manaya gelen talih ise Arapça tâli‘ (الطالع) kelimesinin Türkçe’de aldığı şekildir.

Tâli‘ “yükselen, ortaya çıkan”, güneş ve ay için kullanıldığında “doğan, tecelli eden” gibi anlamlara gelir.

Astroloji ile meşgul olanlar, belli yıldızların görünmesine bağlı olarak vuku bulacağını tahmin ettikleri olaylara da tâli‘ demişlerdir.

Buna göre talih, “insan irade ve kudretinin ötesinde gelecekte gerçekleşecek olan bir program”dır; başka bir deyişle, “kaderin daha çok iyi yönde olmak üzere bir tecellisi”dir.

Arapça’da “pay, hisse, bölüşülen şeyin belli bir kısmı” anlamına gelen kısmet ile nasip kelimeleri de Türkçe’de aynı maksatla kullanılmaktadır.

Kısmet “bölmek, bölüşmek” anlamındaki kasm ve iktisâm kelimeleriyle bağlantılıdır. Bir ayette, “Dünya hayatında onların geçimliklerini biz taksim ettik.” (Zuhruf 43/32) denilmektedir.

Buna göre kısmet, “Allah’ın daha çok geçim açısından önceden (ezelde) herkesin elde edeceği şeyleri belirlemesi, rızkını taksim etmesi”, nasip ise “bu taksimde herkese ayrılan pay” manalarına gelir.

Aynı duygu ve inanışları ifade etmek üzere kullanılan kader kelimesi, aslında diğer bütün kavramları içine alabilecek geniş bir muhtevaya sahiptir.

Kader, “canlı cansız bütün tabiat nesnelerinin ve bütün olayların önceden Allah tarafından bilinmesi” demektir. Hiçbir şeyin bu ilmin dışında kalması veya buna ters düşmesi mümkün değildir.

İslam alimleri, ilâhî irade ve takdirin hayır veya şer niteliğindeki her şeye şamil olduğunu kabul ederler.

Bununla birlikte Türkçe’de kader baht, talih, kısmet, nasip ve Fransızca’dan dilimize geçmiş bulunan şans (chance) kelimelerinin aksine daha çok elem verici tecelliler için kullanılmaktadır.

“Baht, talih” manasında kullanılan felek ise (Arapça’da dehr, zaman, Farsça’da çarh), insan hayatının önceden düzenlenmiş programından çok bu programı düzenleyen güç anlamında da kullanılmaktadır.

Hayatın acı ve tatlı olaylarla dolu olması, kişinin hoşlanmadığı fakat ortadan kaldırmaya, hatta kaçınmaya bile gücü yetmediği vakıaları kabullenerek yaşamak mecburiyetinde bulunması, insanı ister istemez tabiat üstü bir yönetici ve etkileyicinin varlığı sonucuna götürmüş ve kendisinde bu varlığa bağlanma ihtiyacını doğurmuştur. Allah inancının fıtrî oluşunun anlamı da budur.

Her asırda sayıları pek az olan insan iradesini yok sayan Cebriye taraftarları bir yana İslam bilginleri, Allah’ın mutlak kudret ve iradesinin yanında insanın da sınırlı bir güç ve iradeye sahip bulunduğunu kabul etmişler, konu ile ilgili olarak çeşitli ayet ve hadislerden oluşan nasları bu anlayışa uygun bir şekilde yorumlamışlardır.

İrade hürriyeti ve akıldan ibaret olmak üzere insanın sahip bulunduğu iki değerli şey sayesindedir ki o birçok varlıktan üstün görülmüş (bk. İsrâ 17/70), yaratana ve yaratılmışlara karşı sorumlu tutulmuştur.

İrade hürriyeti ve buna yön verecek zihnî kapasite mevcut olunca da insanın harekete geçmesi ve elinden gelen çabayı sarfetmesi gerekir. Yüce Allah tarafından düzenlenen tabiat kanunları gereğince gayret göstermeden başarıya ulaşmak mümkün değildir.

Buna göre, kader ve irade hürriyetine dair nazari tartışmalar bir yana, pratikte sonuca götürecek girişimlerde bulunmadan ve elden gelen gayreti sarfetmeden kaderin tecellilerini beklemenin, başarısızlık halinde de talihine küsmenin İslamiyet’in inanç, hukuk ve ahlak prensipleriyle çeliştiği görülmektedir.

Şüphe yok ki irade hürriyeti ve iş yapma gücünün bulunmadığı yerde sorumluluğun, dolayısıyla dünyevî ve uhrevî ceza veya mükafatın bulunması da asla söz konusu değildir.

Nitekim cebr görüşünü benimseyenler bile Allah’ın mutlak kudret ve iradesinin karşısında kulun iradesini yok mesabesinde görmüşlerse de fiilen her insanın sorumlu olduğunu kabul etmişlerdir.

Sorumluluk açısından bakıldığı takdirde Cebriye’nin insan iradesini yok farz edişi, uygulamaya intikal etmeyen, sırf teorik ve felsefî bir münakaşa görünümü arz eder.


Sorularla İslamiyet