En'âm Suresi'nin 154-155. ayetlerinde, Allah'ın İsrailoğullarına Musa'ya Tevrat'ı vererek hidayet ve rahmet gönderdiği belirtilir.

Aynı şekilde, Kur'an'ın da insanlara gönderilen mübarek bir Kitap olduğu ve ona uymaları gerektiği vurgulanır.

Kur'an'a tâbi olmanın ve günahlardan kaçınmanın, Allah'ın merhametini kazanmanın yolunu açacağı ifade edilir.

Kur'an'a Karşı Vazifelerimiz

Kur'an-ı Kerim, insanlık için bir rehber ve rahmet kaynağıdır. Bu kutsal kitaptan tam olarak istifade edebilmemiz için belirli vazifelerimiz bulunmaktadır. İşte bu vazifelerden bazıları:

1. Kur'an'a Tazim ve Hürmet:
Kur'an-ı Kerim, en son ve en yüce ilahi kitaptır ve Allah'ın kelamıdır. Bu sebeple, Kur'an'a karşı derin bir hürmet duymalı ve ona saygı göstermeliyiz. Kur'an'a tazimde bulunup hürmet edenlerin hayra nail olacakları Kur'an'da belirtilmiştir.

Kur'an'ı bel hizasından aşağıda tutmamalı, okurken göğsümüze yakın tutmalı veya bir yüzeye koymalıyız.
Mushaf açık bırakılmamalı ve üzerine diğer kitaplar veya eşyalar konulmamalıdır. Kur'an, diğer kitaplardan yüksekte bulundurulmalıdır.
Tuvalet, banyo gibi necaset olan yerlere Kur'an'ı götürmemeli ve bu tür yerlerde Kur'an okumamalıyız.
Uyku halindeyken veya dili karışıkken Kur'an okumamalıyız.
Kur'an'a bakmadan bir gün geçirmemeli ve her gün ona göz atmaya gayret etmeliyiz.
Pazar gibi uygun olmayan yerlerde Kur'an okumamalı ve hürmetsizlik yapmamalıyız.
Kur'an'a yazılmaması gereken yerlere yazmamalı, uygun olmayan yerlere Kur'an yazılmamalıdır.
Kur'an'ı doğru şekilde yazmamız gerektiği için yazarken dikkatli olmalıyız.
Kur'an'dan veya ayetlerinden bahsederken daima hürmetle ve saygıyla konuşmalıyız.
Eğer Kur'an'ın üzeri tozlanmışsa, hemen temizlemeliyiz.
Allah'ın ismi ve kelamının yazılı olduğu kağıtları yiyecek veya başka bir şey tutmak için kullanmamalı, yok etmek gerekiyorsa onları hürmetsizce atmamalıyız.
Bu vazifeleri yerine getirerek, Kur'an'a olan hürmetimizi ve muhabbetimizi gösterebiliriz. Geçmişteki örneklerde olduğu gibi, Kur'an'a karşı derin bir tazim duygusuyla hareket etmek, Allah'ın rızasını kazanmamıza yardımcı olabilir ve bize büyük bir bereket getirebilir. Kur'an'ı okurken, yazarken veya saklarken her zaman bu duygularla hareket etmeliyiz.

2. Kur’ân Okumaya Ehemmiyet Vermek
Bir mü’min küçük yaşta “Kârî-i Kur’ân” olarak başlar yolculuğuna. Bir müddet sonra kendisinin, âilesinin ve hocalarının fedâkârâne gayretleri ile “Hâfız-ı Kur’ân” olur. Onun mânasını idrak ederek “Âlim-i Kur’ân” olur. Bildiğiyle amel ederek “Âmil-i Kur’ân” olur. Ona hizmet etmeye başlayarak “Hâdim-i Kur’ân” olur. Bir müddet sonra şuurlanır, yüklendiği vazifenin şerefini idrak ederek “Hâmil-i Kur’ân” olur. En sonunda îmân, ilim ve amelle kemâle ererek “Ehl-i Kur’ân” arasına katılır, Allah’ın has kulu olur.

Bu mukaddes yolculuğun başı Kur’ân’ı okumaktır. Allah Teâlâ her Müslümanın Kur’ân’dan kolayına gelen miktarda okumasını hastalıkta, sıhhatte, rızık için koştururken, cihatta, hâsılı her vakitte ve şartta emretmiştir. Müzzemmil sûresinin başında gecenin yarısını, biraz fazlasını veya azını Kur’ân ve teheccüdle geçirmeyi emretmişti. Rasûlullah (s.a.v) ve ashâbı bir sene boyunca uzun uzun namazlar kıldılar. Ayakları şişti ve çatladı. Merhametli Rabbimiz bir sene sonra bu emrini hafifleterek şöyle buyurdu:

“…Artık, Kur’ân’dan kolayınıza geleni okuyun. Allah bilmektedir ki, içinizde hastalar bulunacak, bir kısmınız Allah’ın lütfundan (rızık) aramak üzere yeryüzünde yol yürüyecek, diğer bir kısmınız da Allah yolunda çarpışacaktır. O halde Kur’ân’dan kolayınıza geleni okuyun…” (el-Müzzemmil 73/20)

En büyük örnek şahsiyetimiz olan Rasûlullah (s.a.v) Efendimizʼin Kurʼân-ı Kerîm’le ülfet ve ünsiyeti zirve noktadaydı. Her vesîleyle Kurʼân-ı Kerîm okurlardı: Namazlarda, gece ibadetlerinde ve bilhassa teheccüd namazlarının kıyamlarında uzun uzun Kurʼân okur ve buna her gün düzenli bir şekilde devam ederlerdi. İnsanlara İslâm’ı anlatırken, Cuma namazında hutbe okurken Kur’ân-ı Kerîm tilâvet ederlerdi. Yolculukta bile Kur’ân okuyarak seyrederlerdi. Şu meşhur hâdise bunun en kuvvetli şâhididir: Hicret esnasında Sürâka, Peygamber Efendimiz’i yakalamak maksadıyla atını dörtnala kaldırmıştı. Hicret kâfilesine, Rasûlullah (s.a.v)’in okuduğu Kur’ân-ı Kerîm’i işitecek kadar yaklaştı. Efendimiz’in okuduğu Kur’ân’ı işittiği sırada, birden Sürâka’nın atının ön ayakları kuma battı ve dizlerine kadar gömülüverdi…[12] Yine Allah Rasûlü (s.a.v), devesinin üzerinde Mekke’ye girerken, tercî‘ yaparak yumuşak, kolay ve akıcı bir kıraatle Fetih Sûresi’ni okuyorlardı.[13]

Bir rivayete göre Allah Rasûlü ve ashâbı umumiyetle her gün düzenli bir şekilde Kur’ân-ı Kerîm’in yedide birini okurlardı.[14] Medîne’ye gelen Sakîf kabilesi heyetinde bulunan Evs b. Huzeyfe (r.a) şöyle anlatır: “Rasûlullah (s.a.v) bir gece yatsıdan sonra uzun müddet yanımıza gelmediler. Biz:

«–Yâ Rasûlallah! Yanımıza gelmekte niçin geç kaldınız?» diye sorduk. Efendimiz (s.a.v):

«–Her gün Kur’ân’dan bir hizb okumayı kendime vazîfe edinmişimdir. Bunu yerine getirmeden gelmek istemedim» buyurdular. Sabah olunca ashâb-ı kirâma; «Siz Kur’ân’ı nasıl hizipleyip okursunuz?» diye sorduk. Onlar:

«–Biz sûreleri ilk üçünü bir hizb, sonra devamındaki beş sûreyi ikinci bir hizb, daha sonra sırayla yedi, dokuz, on bir ve on üç sûreyi birleştirerek birer hizb yaparız. En son olarak da Kâf sûresinden sonuna kadar mufassal sûreleri bir hizb yaparak Kur’ân-ı Kerîm’i yedi günde okuruz» dediler.”[15]

Sahâbe-i kirâmdan Ebû Talha (r.a) bir gün Peygamber Efendimiz’in yanına vardığında, onun ayakta durmuş, Ashâb-ı Suffe’ye Kur’ân öğretmekte olduğunu gördü. Allah Rasûlü (s.a.v), açlıktan iki büklüm olan belini doğrultmak için karnına taş bağlamıştı. İşte bu şekilde Rasûl-i Ekrem Efendimiz ve ashâbının en mühim meşgûliyeti, Allah’ın Kitâbı’nı tefekkür etmek, anlamak ve öğrenmek; en büyük arzu ve iştiyakları da Kur’ân’ı tekrar tekrar okumak ve dinlemekti.[16]

Onların içinde 3 günde bir hatmeden kimseler vardı. Daha erken bitirmek isteyenler de vardı ama Rasûlullah (s.a.v) 3 günden az sürede hatmedenlerin Kur’ân’ı hakkıyla anlayamayacağını, âyetleri üzerinde tefekkür edemeyeceğini bildirdiği için bunu tercih etmiyorlardı. 5 günde okuyan vardı. Umumiyetle 7 günde bir hatmediyorlardı. Buna gücü yetmeyen 10, 15 veya 20 günde okuyordu. Bir kısmı ayda bir hatim indiriyordu. En az okuyan 40 günde Kur’ân’ı bitiriyordu.[17]

Sahâbe ve tâbiûn hatim meclislerinde bulunmaya çok hırslı idiler. Kur’ân’ın hatmedildiği esnâda toplanırlar ve o vakitte rahmetin inip duaların kabul edildiğini söylerlerdi. İbn Abbâs (r.a) bir kişiyi vazifelendirir, o da mescidde Kur’ân okuyan kimseleri takip ederdi. Biri Kur’ân’ı bitireceği zaman hemen İbn Abbâs’a haber verir, o da gelip hatim esnâsında orada bulunarak[18] rahmete nâil olmak isterdi.

Allah Rasûlü (s.a.v) ashabıyla birlikte ümmetini de Kur’ân’dan belli bir miktarı günlük vird edinmeye davet etmişlerdir. Bunu şu sözlerinden anlıyoruz:

“Bir kimse, geceleri okuduğu hizbini (Kur’ân, zikir ve duasını) okumadan veya tamamlayamadan uyur da, sonra onu sabah namazı ile öğle namazı arasında okursa, gece okumuş gibi sevap kazanır.”[19]

Rasûlullah Efendimiz Kur’ân sofrasından istifade etmeye şöyle teşvik ederlerdi:

“Her ziyafet çeken, ziyafetine (insanların) gelmesini ister ve bundan hoşnud olur. Kur’ân da Allah’ın ziyafetidir; ondan uzak durmayınız!”[20]

Abdullah b. Mes’ûd (r.a) şöyle demiştir: “Şüphesiz bu Kur’ân Allah’ın ziyâfetidir. Ondan gücünüz yettiğince alın!”[21]

Rasûlullah (s.a.v) Kur’ân okumanın insanı değiştireceğini, onu tatlandırıp güzelleştireceğini şöyle haber verirler:

“Kur’ân okuyan mü’min portakal gibidir: Kokusu hoş, tadı güzeldir. Kur’ân okumayan mü’min hurma gibidir: Kokusu yoktur, tadı ise güzeldir. Kur’ân okuyan münâfık fesleğen gibidir: Kokusu hoş fakat tadı acıdır. Kur’ân okumayan münâfık Ebû Cehil karpuzu gibidir: Kokusu yoktur ve tadı da acıdır.”[22]

Allah Rasûlü (s.a.v), Muhâcir olsun, Ensâr olsun, bütün ashâbını çok sevmekle birlikte, Kur’ân talebeleri olan Ashâb-ı Suffe’ye ayrı bir muhabbet duyarlardı. Bunu fark eden ashâb-ı kirâm, Allah ve Rasûlü’nün muhabbet dairesine girebilmek için Kur’ân-ı Kerîm’i çokça okur; onu okumadıkları ve sayfalarına bakmadıkları bir günün geçmesini istemezlerdi. Günlerine Kur’ân ile başlar, göz rahatsızlığı olanlara da Mushaf-ı Şerîf’e bakmayı tavsiye ederlerdi.[23] Allah aşkıyla dolu gönüllerindeki ilâhî vuslat iştiyâkını, Rabbimizʼin kelâmıyla bir nebze olsun tesellîye çalışırlardı.

Abdullah bin Ömer’in âzadlısı Nâfî’ye:

“–Abdullah evinde ne yapardı?” diye sorulduğunda:

“–İnsanlar onun yaptığını yapamaz! O, her vakit namazı için abdest alır ve bu iki vakit arasında Mushaf’ı açar, devamlı Kur’ân okurdu” demiştir.[24]

Onlar vakitlerini çok iyi değerlendirir, lüzumsuz işlere zaman harcamazlardı. Akşam erken yatıp gecenin ortasında kalkar, uzun uzun Kur’ân okur ve namaz kılarlardı. Nitekim İmâm Ebû Hanîfe, İbrâhim en-Nehaî’den Hz. Ömer’in şöyle dediğini nakleder:

“Verimsizlik ve kuraklığın en büyüğü, yatsı namazından sonra konuşarak vakit zâyî etmektir. Ancak namaz kılmak ve Kur’ân kıraati bunun hâricindedir.”[25]

Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz’in şu sözleri ashâb-ı kiramın hazarda ve seferde ne denli Kur’ân ile meşgul olduklarını anlatmaktadır:

“Ben, yumuşak kalpli Eş‘arî kabîlesinin gece (evlerine) girerken okudukları Kur’ân seslerini çok iyi tanırım. (Sefer esnâsında) gündüz nereye konakladıklarını görmesem bile, gece onlardan yükselen Kur’ân sesinden yerlerini hemen tanırım…”[26]

Ashâb-ı kirâm bilhassa Kur’ân ayı olan Ramazan’da Kelâmullah ile bağlarını daha fazla kuvvetlendirirlerdi. Sâib bin Yezid (r.a) şöyle anlatır:

“Hz. Ömer, hilâfeti zamanında, Übey bin Kâ’b ile Temîm ed-Dârî’ye, (Ramazan geceleri) cemaate imam olarak 11 rekât namaz kıldırmalarını emretti. İmam namazda âyet sayısı yüz civârında olan (Yûsuf, İsrâ, Kehf gibi) sûrelerden okuyordu. Öyle ki, namaz çok uzun olduğu için bastonlara dayanıyorduk. Namazdan ancak şafak yükselmeye başlayınca dönüyorduk.”[27]

Ashâb-ı kirâmın en güzel şekilde yetiştirdiği güzîde talebeleri “Tâbiîn” de aynı şekilde Kur’ân tilâvetine ehemmiyet verirlerdi. Nitekim İmâm Evzâî şöyle demiştir: “Şöyle denirdi: Muhammed (a.s)’ın ashâbı ve onları ihsân üzere tâkip eden tâbiîn şu beş şey üzere idiler:

Müslümanların topluluğu ile beraber olmak,
Sünnete ittibâ etmek,
Camiyi imar etmek (cemaate devam etmek),
Kur’ân okumak,
Allah yolunda cihâd etmek.”[28]
Kur’ân-ı Kerîm, hayatlarının her zerresine sirâyet etmişti. Onlar her şeye Kur’ân ile bakar, her hâdiseyi Kur’ân ile görür ve her dâim Kur’ân ile yaşarlardı. Meselâ Urve bin Zübeyr (r.a) tâze hurmaların olgunlaştığı günlerde bahçesinin duvarından bir kapı açardı, insanlar oradan girip tâze hurma yer ve evlerine götürürlerdi. Kendisi de bahçesine girdiğinde, oradan çıkıncaya kadar devamlı şu âyet-i kerîmeyi tekrar ederdi:

وَلَوْلَٓا اِذْ دَخَلْتَ جَنَّتَكَ قُلْتَ مَا شَٓاءَ اللّٰهُۙ لَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِۚ

“Bağına girdiğin vakit «Mâşâallah! Kuvvet yalnız Allah’ındır» deseydin ya!» (el-Kehf 18/39)

Urve (r.a) hergün Mushaf’a bakarak Kur’ân’ın dörtte birini okurdu. Daha sonra, bu dörtte birlik kısımla geceyi ihyâ eder, namaz kılardı. Bu virdini hiç terketmedi, sadece kangren olan ayağının kesildiği gece okuyamadı. Lâkin bir sonraki gece bu âdetine tekrar devâm etti.[29]

Tâbiînin büyük âlimlerinden Ebü’z-Zinâd’ın (ö. 130/748) şu sözleri de oldukça dikkat çekicidir:

“Seher vakti evden çıkıp Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in Mescid’ine giderdim. Yanından geçtiğim her evde mutlaka Kur’ân okuyan biri olurdu.” Yine o şöyle demiştir: “Biz genç iken bir iş için dışarı çıkmak istediğimizde arkadaşlarla «Kurrânın kalktığı vakit buluşalım» diye vakit tayin ederdik.”[30] Yani sahâbe ve tâbiîn devrinde gece kalkıp Kur’ân okumak yaygındı. Bu sebeple gecenin yarısından sonraki vakitler günlük konuşmalarda “Kurrânın kalktığı vakit” diye anılırdı.

Diğer taraftan Kur’ân-ı Kerîm’i sadece okumak değil, yazılarına bakmak bile, onunla ünsiyetin bir vâsıtası olduğundan, makbûl ve hattâ sevap sayılmıştır. Nitekim sahâbî Ebû Mûsâ el-Eşʻarî (r.a), “Rabbimin kelâmına günde en az bir defa bakmamış olmaktan hayâ ederim!” dermiş.[31]

2.1. Kur’ân’a Temiz Olarak Dokunmak
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Ona tam bir sûrette temizlenmiş (yani tertemiz) olanlardan başkası dokunamaz.” (el-Vâkıa 56/79)

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz de şöyle buyururlar:

“Ne hayızlı kadın ne de cünup kimse Kur’ân’dan hiçbir şey okuyamaz.”[32]

“Kur’ân’a temiz olan dışında hiç kimse dokunmasın!”[33]

“Kur’ân’a ancak temiz olan dokunsun!”[34]

Yine Rasûlullah (s.a.v), Amr bin Hazm’ı Yemen’e gönderirken ona farzları, sünnetleri ve hukûkî hükümleri açıklayan bir beyannâme yazdırmışlardı. O yazıda Hz. Amr’ın insanlara Kur’ân’ı öğretmesi, onun emir ve hikmetlerini tebliğ etmesinin yanında, temiz olmayan insanları Kur’ân’a dokunmaktan nehyetmesi de emredilmekteydi.[35]

Rasûlullah Efendimiz, Osman bin Ebi’l-Âs’ı, Kur’ân’ı öğrenme hususunda gösterdiği büyük gayret sebebiyle yaşının küçüklüğüne rağmen kabilesine vâli tâyin ettikten sonra ona, “Kur’ân’a, temiz olmadığın müddetçe dokunma!” tembihinde bulunmuşlardır.[36]

Hz. Ömer’in müslüman olma hâdisesinde de kardeşi ona:

“–Kardeşim sen necissin[37], sen cünüplükten kurtulmak için gusül abdesti almaz ve temizlenmezsin.[38] Buna (Kur’ân yazılı sahifeye) ise temiz olanlardan başkası dokunamaz.[39] Kalk, guslet![40]” demiş, o da kalkıp guslettikten sonra kız kardeşi kendisine, okudukları sahifeyi vermiştir.[41]

Hz. Ali (r.a) şöyle buyurmuştur:

“Rasûlullah (s.a.v)’i Kur’ân okumaktan cünüplük hâli dışında hiçbir şey alıkoymazdı.”[42]

“Rasûlullah (s.a.v) her hâl üzere Kur’ân okurdu, ancak cünüb iken okumazdı.”[43]

“Hayızlı ve cünüb olan kişi Kur’ân’dan bir harf bile okuyamaz!”[44]

Saîd bin Cübeyr (r.a) şöyle der:

“Hayızlı ve cünüb olan kişi âyetin başını okuyabilse de sonuna kadar tamamlayamaz.”[45]

İbrahim en-Nahaî (r.a) şöyle der:

“Hayızlı ve cünüb olan kişi bir âyet bile olsa Kur’ân okuyamaz! Okuyabilecek olsaydı namaz da kılabilirdi.”[46]

Dört hak mezhep de, Mushaf’a abdestsiz el sürmenin haram olduğu görüşünde ittifak etmişlerdir.[47] Ancak Mâlikî âlimlerinden birisine nisbet edilen bir görüşe göre, âdet döneminin uzun sürmesi hâlinde, unutma söz konusu olabileceğinden, hâfızlık yapan âdetli kadının, Kur’ân-ı Kerîm’i okumasına cevaz verildiği söylenmektedir.[48] Mâlikîlere göre “kıraat”te, okuyanın kendi sesini duyması şart değildir. Yani zihinden geçirmek, mırıldanmak, kendisinin dahi duyamayacağı bir şekilde dudak hareketleri ile okumak, Mâlikîlerin ekseriyetine göre caizdir ve bu, “kıraat” diye isimlendirilir. Böyle bir kıraat ile yani sessiz okuma ile kılınan namaz da câizdir. Mâlikîlere nisbet edilen görüş bu mânâda ise o zaman ihtilaf kalmaz. Zira diğer mezheblere göre de hayızlı kadın Kur’ân’ı kalbinden geçirip zihnen tekrâr edebilir.

Mâlikî mezhebinin imamı olan İmâm Mâlik (r.a) ise kitabında şöyle demektedir:

“Tâhir/abdestli olmayan kimse, Mushaf’ı kılıfıyla veya yastık üzerinde dahi olsa taşıyamaz, mekruhtur… Bu, Kur’ân’a ikram ve tâzîm sebebiyledir.”[49]

Rasûlullah Efendimiz’den itibâren 1400 küsur senedir bu hüküm böyle tatbik edilegelmiştir. Hatta İmâm Mâlik (r.a), Kur’ân’a gösterdiği tâzim ve hürmeti, hadîs-i şerîflere de göstermiştir. Nitekim o, hadis rivâyet etmek istediğinde, imlâ[50] meclisine çıkmadan önce tıpkı namaza hazırlanır gibi abdest alır, en güzel elbiselerini giyer, fesini giyip sarığını sarar ve sakalını tarardı. Bunun sebebi kendisine sorulduğunda da, “Ben böyle yapmakla Rasûlullah (s.a.v)’in hadisine hürmet göstermiş oluyorum!” buyururdu.[51]

Dırâr bin Murra, “Sahâbe ve tâbiîn, abdestsiz olarak hadis rivâyet etmekten hoşlanmazlardı” demiştir.[52] Katâde de “Hadislerin ancak temiz/abdestli iken okunması müstehap görülmüştür” demiştir.[53]

Kur’ân’a temiz bir beden ve temiz bir kalple yaklaşılırsa ondan daha fazla istifade edilir. Ona doyum olmaz.[54] Günah karanlıklarının kapladığı bir kalpte ise Kur’ân durmaz. Nitekim müfessir Dahhâk (v. 105/723): “Bir kişi Kur’ân’dan bir bölüm ezberler de onu unutursa bu mutlaka bir günah sebebiyle olmuştur” demiş ve “Başınıza gelen her musibet, sizin ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. Bununla beraber Allah, kusurlarınızın pek çoğunu da affeder”[55] âyetini okumuştur. Sonra da, “Kur’ân’ı unutmaktan daha büyük hangi musibet vardır ki!” demiştir.[56]

Demek ki kalbî hastalıklar, insanın Kur’ân-ı Kerîm’le doğru bir şekilde buluşmasına engel olur. Mevlânâ Hazretleri şöyle der:

“Kur’ân’ın mânâsını, ancak hevâ ve hevesini ateşe verip kül etmiş, böylece Kur’ân’ın önünde eriyip kurban olmuş ve rûhu Kur’ân kesilmiş kimseler anlar.”

Yüce Rabbimizin şu îkâzına kulak verelim ve kibir hastalığıyla Kur’ân’ın anlaşılamayacağını, haksız yere büyüklenenlerin cehâletle zelil kılınacağını[57] idrak edelim:

“Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri âyetlerimden mahrum edeceğim…” (el-A‘râf 7/146)

Kur’ân-ı Kerîm’i okumak ve onu elimize almak için mânevî temizlikle birlikte maddî temizliğe de riayet etmeliyiz. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), her namaz öncesinde misvak kullanmayı, ağız temizliği yapmayı tavsiye ederlerdi. Kendisi gece teheccüde kalktıklarında ve hâne-i saâdetlerine her girdiklerinde ilk önce mübârek fem-i saâdetlerini temizlerlerdi.[58] Bunun sebebi, namazda okunacak Kur’ân-ı Kerîm’e hürmet ve yanımızdan hiç ayrılmayan melekleri rahatsız etmeme nezâketi olsa gerektir. Tâzimle ilgili olarak Rasûlullah (s.a.v):

“Misvak, ağzı temizler, Rabbin rızâsını kazandırır”[59] buyurmuşlardır. Hikmet ehli de “Ağzınızı misvakla temizleyiniz! Zira ağzınız, Kur’ân’ın yoludur” demişlerdir.[60]

Melekleri rahatsız etmeme meselesine gelince, onlar insanın Kur’ân okumasını yakından dinlemeyi çok sever ve ona yaklaşırlar. Bu sebeple namaz ve Kur’ân tilâvetinden önce güzel bir ağız ve beden temizliği yaparak melâike-i kirâmı rahatsız edecek kötü kokulardan uzak durmak lâzımdır. Ebû Eyyûb el-Ensârî (r.a) şöyle anlatır: “Bir gün Rasûlullah (s.a.v), bizim yanımıza çıktılar ve:

«‒Ümmetimden mütehallilûn ne güzel insanlardır» buyurdular. Ashâb-ı kirâm:

«‒Mütehallilûn kimdir ey Allah’ın Rasûlü?» diye sordular. Efendimiz (s.a.v) şöyle îzâh ettiler:

«‒Onlar, abdest alırken ve yemekten sonra hilalleme yapanlardır. Abdestteki hilalleme; ağzı, burnu, parmakların ve tırnakların arasını iyice yıkamaktır. Yemekten sonra hilallemek ise, ağzı ve dişleri güzelce temizlemektir. İnsanın yanında bulunan iki meleğe, o kişi namaza durduğunda dişlerinin arasında yemek kalıntısı görmelerinden veya ağzından yemek kokusu gelmesinden daha ağır gelen başka bir şey yoktur».”[61]

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri şöyle buyurmuştur:

“Otuz senedir devam ettiğim bir âdetim vardır: Ne zaman Cenâb-ı Hakk’ı zikretmek istesem, O’nun zikrini tâzîm için ağzımı ve dilimi iyice yıkarım.”[62]

2.2. Kur’ân’ı Huşû ile Okumak
Kur’ân-ı Kerîm’den hakkıyla istifâde edebilmek, onu kalben ve huşû ile okuyabildiğimiz nisbette gerçekleşir. Kelâmullah’ı okuyan insan Allah Teâlâ’nın huzurunda olduğunu ve O’nunla konuştuğunu bilmeli, buna uygun bir hâl ve tavır içine girmelidir. Kalbinde yer eden huşû, uzuvlarına, çehresine ve sesine yansımalıdır. Nitekim Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e:

“–Kur’ân tilâveti için hangi ses ve kıraat daha güzeldir?” diye sorulmuştu. Efendimiz (s.a.v) şu cevâbı verdiler:

“–Kur’ân okuyuşunu duyduğunda, Allah’tan korktuğunu hissettiğin kimsenin sesi ve kıraati.”[63]

Sahâbe-i kirâm Kur’ân’ın kıymetini, nasıl okunması gerektiğini, hükümlerine nasıl uyulacağını ve ona nasıl hürmet edileceğini bizzat Efendimiz’den görerek öğrenmişlerdi. Bu sebeple de Kur’ân’dan apayrı bir istifâde hâlindeydiler. Kur’ân-ı Kerîm’i derin bir huşû ile okurlardı. Onların Kur’ân-ı Kerîm’e duydukları eşsiz muhabbet ve huşû tablolarından biri şöyledir:

Allah Rasûlü (s.a.v) bir seferden Medîne’ye dönerken bir yerde konaklamışlardı. Ashâbına dönerek:

“–Bu gece bizi kim bekleyecek?” diye sordular. Muhâcirlerden Ammâr bin Yâsir ve Ensâr’dan Abbâd bin Bişr (r.a) hemen:

“–Biz bekleriz yâ Rasûlâllah!” dediler. Abbâd (r.a), Hz. Ammâr’a:

“–Sen gecenin hangi kısmında; başında mı yoksa sonunda mı nöbet tutmak istersin?” diye sordu. Ammâr (r.a):

“–Son kısmında beklemek isterim!” dedi ve yanı üzerine uzanıp uyuyuverdi. Abbâd da namaz kılmaya başladı. Kehf Sûresi’ni okuyordu. O sırada bir müşrik geldi. Ayakta duran bir karaltı görünce gözcü olduğunu anladı ve hemen bir ok attı. Ok, Abbâd’a isâbet etti. Abbâd (r.a) oku çıkardı ve namazına devam etti. Adam ikinci ve üçüncü kez ok atıp isâbet ettirdi. Her defasında da Abbâd (r.a) ayakta sâbit durarak okları çekip çıkarıyor ve namazına devam ediyordu. Derken rükû ve secdeye varıp selâm verdikten sonra arkadaşını uyandırdı:

“–Kalk! Ben yaralandım!” dedi. Ammâr (r.a) sıçrayıp kalktı. Müşrik, onları görünce kendisini fark ettiklerini anlayarak kaçtı. Hz. Ammâr, Abbâd’ın kanlar içinde olduğunu görünce:

“–Sübhânallah! İlk ok atıldığında beni neden uyandırmadın?!” dedi. Abbâd (r.a) şu muhteşem cevâbı verdi:

“–Bir sûre okuyordum, onu bitirmeden namazımı bozmak istemedim. Ama oklar peş peşe gelince, okumayı kesip rükûya vardım. Allah’a yemin ederim ki, Allah Rasûlü’nün korunmasını emrettiği bu mevkii kaybetme endişem olmasaydı, sûreyi yarıda bırakıp namazı kesmektense ölmeyi tercih ederdim.”[64]

2.3. Kur’ân’ı Tecvîd ve Tertîl Üzere Okumak
Kur’ân okumanın bir takım usul ve kâideleri vardır. Onu, harflerinin mahreç ve sıfatlarına riâyet edip vakıf, vasıl, sekte vb. tilâvet kâidelerine uyarak güzel ve hatasız okumayı öğreten ilme “Tecvîd” ismi verilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm nazmı ve mânasıyla birlikte indirildiğine göre onun nazmının aslî şekliyle muhafaza edilebilmesi için tecvid ilminin öğrenilmesi farz-ı kifâye kabul edilmiştir. Kur’ân’ı tilâvet ederken harflerin zât ve sıfât-ı lâzımelerinin bozulmasıyla meydana gelen lahn-ı celîden (büyük hatadan) sakınacak şekilde tecvid kâidelerine riâyet edilmesi ise farz-ı ayın veya vâcip olarak görülmüştür. Bu sebeple Kur’ân tilâvetinin tâlimi ilk günden beri semâ ve arz yoluyla ağızdan ağıza öğretilerek günümüze kadar gelmiştir. “Semâ”, bir hocanın Kur’ân’ı okuması, talebesinin de onu dinlemesidir. “Arz” ise talebenin hocasına okumasıdır. Yani önce talebenin hocasını dinlemesi, peşinden öğrendiklerini hocasına okuyarak arzetmesi esastır.[65]

Kur’ân-ı Kerîm’i tane tane, yavaş yavaş, tefekkür ederek okumaya da “Tertîl” ismi verilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“…(Ey Rasûlüm!) Kur’ân’ı tertîl üzere (tane tane) oku!” (el-Müzzemmil 73/4)

Vahyin ilk geldiği günlerde Yüce Rabbimiz, Rasûlü’ne Kur’ân’ı okurken acele etmemesini emretmişti.[66] Bundan sonra onun kıraati artık açık açık, harf harf, cümle cümle bir okuyuş oldu. O, Kur’ân’ı tertîl, tecvîd ve teennî ile en güzel şekilde tilâvet ederdi. Harfleri, kelimeleri ve cümleleri birbirinden ayırarak açık bir şekilde okur, durulacak yerlere riâyet ederdi. Neredeyse okuduğu harfler ve kelimeler sayılabilecek durumdaydı.[67] Ümmü Seleme (r.a) vâlidemize onun kıraati sorulduğunda;

“–Rasûlullah (s.a.v) kıraatini ayırırdı (tane tane, dura dura okurdu)” cevabını vermiştir.[68]

Katâde (r.a) şöyle demiştir: “Hz. Enes’e Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in okuyuşunu sorduğumda;

«–(Çekilmesi gereken harfleri) hakkıyla çekerlerdi» cevabını verdi.”[69] Yine Enes (r.a);

“–Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in kıraati medli idi” dedikten sonra besmeleyi örnek olarak zikretmiş ve onun “bismillâh”ı, “er-Rahmân”ı ve “er-Rahîm”i uzattığını söylemiştir.[70]

Huzeyfe (r.a) şöyle buyurur: “Bir gece kendileriyle birlikte namaz kılmak için Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in yanına vardım. Namaza durup ne alçak ne de yüksek olmayan güzel bir kıraatle okumaya başladılar. Tertîl üzere (tâne tâne) okuyor ve kıraatlerini bize işittiriyorlardı…”[71]

Rasûlullah (s.a.v), Ebû Mûsâ el-Eş‘arî ve Sâlim Mevlâ Ebû Huzeyfe gibi Kur’ân’ı güzel sesle okuyan ashâbını takdir ve taltif etmişlerdir.[72]

Kur’ân’ı en güzel şekilde tilâvet ederek Allah’ın rızâsını, Rasûlü’nün muhabbetini elde edebilmek için onu her sene, bu husûsta ihtisas görmüş bir zâta dinletmek tavsiye edilmektedir. Böylece tashîh-i hurûf yapılmış, Kur’ân bilgilerinin zayıflaması önlenmiş ve hatâlar asgarîye indirilmiş olur. Mukâbele sünneti de zaten bunun için ortaya konulmuştur.

2.4. Kur’ân’ı Güzel Sesle Okumak
Kur’ân’a tâzimin tezâhürlerinden biri de onu vakâr ve heybetle, güzel ve tok bir sesle okumaktır. Güzel ses Allah’ın nimetlerinden biri olup tecvid kurallarına riâyet ederek sesi Kur’ân’la süslemek, sesi güzel olan bir kimseden Kur’ân okumasını istemek ve onu dinlemek müstehap kabul edilmiştir. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Allah, güzel sesli bir peygamberin, Kur’ân’ı tegannî ile yüksek sesle okumasından râzı olduğu kadar hiçbir şeyden râzı olmamıştır.”[73]

Burada “teğannî”, sesi Kur’ân’la güzelleştirip süslemek, Kur’ân okurken seste sevinç ve hüznü belli etmek, onu tecvidine, kâide ve kurallarına uygun bir şekilde tilavet etmektir. Kur’ân’ı bu mânada tegannî ile okumak, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in Sünnet’ine ve yoluna uymak demektir. Nitekim Berâ bin Âzib (r.a) şöyle demiştir:

“Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’i yatsı namazında “Ve’t-tîni ve’z-zeytûni” sûresini okurken dinledim. Ondan daha güzel sesli bir kimse işitmedim.”[74]

Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Her şeyin bir süsü vardır. Kur’ân’ın süsü de güzel sestir.”[75]

 “Kur’ân’ı seslerinizle güzelleştiriniz! Zira güzel ses, Kur’ân’ın güzelliğine güzellik katar.”[76]

Burada “sesi güzelleştirmek”ten kasıt; neşe, zevk ve hazzı hatırlatan bir coşku değil, sesin biraz hüzne meylettirilmesidir.[77] Yani Kur’ân okuyan insanın onunla duygulanması, hislenmesi ve acziyetini idrâk ederek haşyete garkolması lâzımdır. Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Şüphesiz bu Kur’ân, insanı hüzünlendirecek hususlar indirmiştir. O hâlde onu okuduğunuz zaman ağlayınız! Ağlayamazsanız ağlamaya çalışınız! Onu okurken sesinizi güzelleştirmeye gayret ediniz. Kim Kur’ân’ı güzel sesle okumaya gayret etmezse bizden değildir.”[78]

Kur’ân’ı güzel okumanın bir tezâhürü de onu tok bir sesle ve azametini hissettirerek (tefhîm ile) okumaktır. Demek ki Kur’ân’ı hüzünle, tâzimle, duygu derinliği içinde ve bunların verdiği bir sesle güzelce okumaya çalışmalıdır. Kur’ân’ı insan sözlerinden ayırmalı, ona farklı bir ihtimam göstermelidir. Onu okurken beşer sözünden ayırma gayretinde olmayan kimseler için Nebiyy-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Kur’ân’ı tegannî ile okumayan kimse bizden değildir.”[79]

Hadisin râvilerinden İbn-i Ebî Müleyke’ye:

“–Okuyanın sesi güzel değilse ne dersin?” diye sorulunca:

“–Güç yetirebildiği kadar güzelleştirmeye gayret eder” demiştir.[80]

Güzel bir söz, güzel bir sesle daha güzel ve daha câzip hâle gelir. Bu da okuyan ve dinleyenlerin kalbine daha çok fayda verir. Aynen bunun gibi güzel sesle ve usûlüne uygun olarak tilâvet edilen Kur’ân da kalplere daha fazla tesir eder. Bu şekilde bir Kur’ân okunduğunda insanlar onu daha şevkle dinler, kalpleri daha çabuk yumuşar ve ulvî duygulara dalarlar. Allah’a muhabbetleri ve yakınlıkları artar, günahlardan uzaklaşarak Allah’a daha fazla itaat etme istekleri uyanır. Bir hadisten anlaşıldığı üzere melâike-i kirâm da böyle bir Kur’ân’ı dinlemek için daha fazla istekli olur ve insana daha fazla yaklaşırlar.[81]

Hiç şüphesiz, Kur’ân kalbine indirilen Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), onu en güzel okuyan kişi idi. Pek çok sahâbî onun sesinin ve okuyuşunun son derece güzel olduğunu haber vermiştir. Bu durum, Cenâb-ı Hakk’ın onu her yönüyle mükemmel bir şekilde yarattığının delillerinden biridir. Enes ibn-i Mâlik (r.a) şu hadisi nakleder:

“Allah her peygamberi güzel sesli ve güzel yüzlü olarak göndermiştir. Fakat sizin peygamberiniz onların, yüzü ve sesi en güzel olanıdır.”[82]

Ashâb-ı kiramın nakline göre Allah Rasûlü (s.a.v), devesinin üzerinde Mekke’ye girerken, tercî yaparak yumuşak, kolay ve akıcı bir kıraatle Fetih Sûresi’ni okumuşlardır.[83] Tercî ile kastedilen, sesi boğazda oynatarak nağme ile okumaktır. Efendimiz’in bazen tercî yapmadan okudukları da olurdu.[84]

Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle buyurur: “Peygamber Efendimiz’in (gece namazlarındaki) kıraati şu şekilde idi: (Duruma göre sesini) bazen yükseltir, bazen da kısardı.”[85]

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) geceleyin namazda pek kısık olmayan, pek de yüksek olmayan orta seviyede bir sesle okurlardı.[86] Hâne-i saâdetlerinde yalnız bulundukları zaman seslerini odada bulunan birinin işitebileceği kadar yükseltirlerdi.[87] Odada uyu­yan bir kimse bulunacak olursa, onu rahatsız etmeyecek şekilde de seslerini kısarlardı. Ancak hiç bir zaman denge ve itidâlden ayrılmazlardı.

Rasûlullah (s.a.v) Kur’ân’ı güzel sesle okuyan ashâbını da büyük bir zevkle dinlemişlerdir. Nitekim bir gün Ebû Mûsâ’ya şöyle buyurmuşlardır:

“Dün gece senin okuyuşunu dinlerken beni bir görmeliydin! Şüphesiz Dâvûd (a.s)’a verilen güzel seslerden bir nağme de sana verilmiştir.”[88]

Hz. Ömer (r.a) da Ebû Mûsâ el-Eş’arî’yi gördüğünde:

“–Ey Ebû Mûsâ! Haydi, bize Rabbimizʼi hatırlat!” buyururdu. O da Hz. Ömer’in yanında Kur’ân-ı Kerîm okurdu.[89]

Hz. Ebû Bekir (r.a), rikkat-i kalbiyye sâhibi, yufka yürekli bir zât olduğu için Kur’ân-ı Kerîm’i okurken hüzünlenir, gözyaşlarına mânî olamazdı. O, Kur’ân-ı Kerîm okurken, müşriklerin çocukları ve kadınları başına toplanıp hayran hayran onun tilâvetini dinlemeye başlarlardı.[90]

Bu tür rivayetlerden insanı aşka ve şevke getirecek şekilde güzel sesle Kur’ân okumanın mübah olduğu anlaşılmaktadır. Zira böyle bir okuyuş kalbi yumuşatıp inceltir, Allah korkusunu artırır ve insanları Kur’ân dinlemeye şevklendirir. Dolayısıyla Allah’a olan tâzim, saygı ve muhabbetimiz sebebiyle O’nun kelâmını okurken farklı bir gayret ve ihtimam göstermeli, onu daha dikkatli ve güzel okumaya çalışmalıyız.

Ancak Kur’ân’ı güzel okumaya gayret ederken onu mûsıkî kâidelerine uydurup tecvîd kurallarının dışına çıkmak doğru değildir. Bir heceyi gereğinden fazla veya az uzatmak bile o kelimeye bir harf ilave etmek veya çıkarmak anlamına gelir ki bu, Kur’ân’ın nazmını ve mânasını bozmak demektir.

Aynı şekilde Kur’ân dinlemeyi de sadece güzel ses ve nağme dinlemeye dönüştürmemelidir. Zira Kur’ân’ı okumak da, dinlemek de büyük bir ibadettir. Bunu hiçbir zaman unutmamak gerekir. Nevfel bin İyâs el-Hüzelî şöyle anlatır: “Ömer ibnü’l-Hattâb (r.a) zamanında biz Mescid’de Terâvih Namazı kılardık. Şuraya bir grup, buraya bir grup ayrılırdı. İnsanlar sesi daha güzel olan imama meyletmeye başladılar. Ömer (r.a):

«–Öyle zannediyorum ki onlar Kur’ân’ı mûsıkî edindiler. (Güzel nağmeye heves ediyorlar.) Ama vallahi eğer gücüm yeterse bu hâli değiştireceğim!» dedi. Daha üç gün geçmişti ki (kıraat ilmini ve fıkhı en iyi bilen) Übeyy ibn-i Ka’b’a emretti, o da bütün cemaate Terâvih Namazı kıldırmaya başladı.[91] Ömer (r.a) safların arkasından ayağa kalkıp:

«–Eğer bu bid‘at ise ne güzel bir bid‘at oldu!» buyurdu.”[92]

Rasûlullah (s.a.v) “İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki Kur’ân’ı teğannî vâsıtası (mezâmîr) edinecekler” buyurmuşlardır.[93]

Yine âhirzamanda ortaya çıkacak fitnelerden bahsederken Kur’ân’ı teğannî vâsıtası edinen bir grup gencin ortaya çıkacağını, fıkhî bilgisi kendilerinden daha az olmasına rağmen insanların onlardan birini imamlığa geçireceğini, onun da insanlara teğannîde bulunacağını haber vermişlerdir.[94] Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in sakındırdığı bu durum, sadece güzel sese önem vererek Kur’ân’ı tefekkür etmeden ve hükümleriyle amel etmeye ihtimam göstermeden mûsikî zevki için okuyup dinlemektir. İnsanlar Kur’ân tilâvetinin ibadet tarafını geri plana atıp güzel sese meylettiklerinde Hz. Ömer (r.a) bu durumdan hoşlanmamış ve onları kurrâ ve fukahânın önde gelenlerinden Übey bin Ka‘b’ın imametinde toplamıştır. Böylece Kur’ân tilâvetinde ibadet, ilim ve amelin, güzel sesten daha önce gelmesi gerektiğini hatırlatmıştır.

2.5. Kur’ân’ı Huşû ve Huzûr İle Dinlemek
Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Kur’ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki size merhamet edilsin.” (el-Aʻrâf 7/204)

Kur’ân okunduğu zaman, âyetlerinin mânâsını anlamak, öğütlerinden istifade etmek ve o kelâmın sahibine tâzim ve muhabbetlerimizi arzetmek için sükût edip gönlümüzü ona vermemiz ve huzurla dinlememiz gerekmektedir. Sükût etmeliyiz ki âyetler üzerinde düşünüp tefekkür edebilelim.[95] Bu hüküm öncelikle namazda ve hutbede okunan Kur’ân için geçerliyse de diğer zamanlarda okunduğunda onu dinlemek de kişiye kat kat sevap ve nur kazandıracak güzel bir hasenedir.[96] Bu ilâhî emir aynı zamanda, insanın aklını ve fikrini Kur’ân ahkâmının önüne geçirmemesi gerektiğine işaret eder.

Kur’ân’ı okurken ve dinlerken huşû hâline bürünüp duygulanmak ve gözyaşı dökmek bizim Peygamberimiz’in hâli olduğu gibi önceki peygamberlerin de sünneti idi. Onların hepsi Allah’ın kelâmı okunduğunda bundan müteessir olup duygulanır, hemen secdeye kapanarak gözyaşı dökerlerdi. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:

“İşte bunlar, Allah’ın kendilerine lutuflarda bulunduğu, Âdem’in soyundan gelen peygamberlerden; Nûh ile birlikte (gemide) taşıdıklarımız, İbrâhim ve İsrâil’in (Ya‘kūb) soyundan gelenler ve doğruya ulaştırdığımız ve seçkin kıldığımız kimselerdendir. Onlara Rahmân’ın âyetleri okunduğunda ağlayarak ve secde ederek yere kapanırlar.” (Meryem 19/58)

Rasûlullah (s.a.v) Mekke-i Mükerreme’de müşriklerin yaptığı eziyet ve işkenceler sebebiyle büyük bir üzüntü içinde idi. Bir çıkış yolu olarak Cafer b. Ebî Talib ve İbn Mesûd’u bir grup sahabeyle birlikte Habeş Necâşîsi’ne gönderdi. Onlara:

“–O sâlih bir kraldır; zulmetmez ve yanında kimseye zulmedilmez. Ona gidin. Umulur ki Allah bu şekilde müslümanlara bir ferahlık ve kurtuluş müyesser kılar” buyurdular. Cafer ve yanındakiler huzuruna varınca Necâşî onlara ikramda bulundu ve:

“–Size indirilen Kur’ân’dan bir şeyler biliyor musunuz?” diye sordu. Onlar, “Evet” dediler. Necâşî:

“–O halde onlardan biraz okuyun” dedi. Etrafında papaz ve rahipler de vardı. Cafer (r.a) Meryem sûresini okumaya başladı. Her bir âyeti okuduğunda burada zikredilen gerçekleri tanıyıp bildikleri için gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Hatta Necâşî, yerden bir ot parçası alarak:

“–Vallahi, Allah Teâlâ’nın İncil’de Hz. Meryem ve Hz. İsa hakkında bahsettiği ile bu âyetler arasında şu kadarcık bile bir fark yok” dedi. Cafer okumayı bitirinceye kadar da ağlamaya devam ettiler. Bu hâdise üzerine şu âyet-i kerimeler nâzil oldu:

“O âlim ve rahiplerin, Peygamber’e indirilen Kur’ân’ı dinledikleri zaman, kendi kitaplarında görüp tanıdıkları gerçeği bunda bulmaları sebebiyle gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün! Onlar şöyle derler: «Rabbimiz! Biz iman ettik, artık bizi gerçeğe şâhitlik edenlerle beraber yaz. Bütün arzumuz, Rabbimizin bizi sâlih kullar arasına katarak cennete koyması iken, Allah’a ve bize gelen gerçeğe niçin iman etmeyelim!» Bu sözlerinden dolayı Allah onları altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlerle mükâfatlandırdı. İyilik yapanların mükâfatı işte budur!” (el-Mâide 5/83-85)[97]

Kur’ân’ı huşû ile dinleyip duygulanmak hakikî âlimlerin de en başta gelen vasfıdır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“De ki: «Kur’ân’a ister inanın, ister inanmayın.» Daha önce kendilerine ilim verilmiş olan öyleleri var ki, onlara Kur’ân okunduğu zaman derhal yüzüstü secdeye kapanırlar ve şöyle derler: «Rabbimiz, şüphesiz sen her türlü noksanlıktan pak ve yücesin. Eğer Rabbimiz bir şey va‘detmişse, o mutlaka gerçekleşir.» Yine ağlayarak yüzüstü secdeye kapanırlar; kendilerine ne zaman Kur’ân okunsa, bu onların huşûlarını artırır.” (el-İsrâ 17/107-109)

İlim ehli olup da Kur’ân ile duygulanmayan kimseye ilm-i nâfî verilmemiş demektir. O gerçek bir âlim sayılmaz. Zira Allah Teâlâ yukarıdaki âyet-i kerimede âlimlerin sıfatını zikrederken Kur’ân okunduğunda huşûlarının arttığını, gözyaşları içinde secdeye kapandıklarını haber vermiştir. Bu vasfı kazanamayan kimse Allah katında âlim sayılmıyor demektir. Zira ilim, haşyet ve takvâdır. Allah’ın huzurunda huşû içinde bulunmayı ve O’na karşı takvâ sâhibi olmayı gerektirir.[98] İnsan Kur’ân’ı dinlerken ağlayamıyorsa bile o hâle girmenin gayreti içinde olmalıdır.

Ebû Saîd Harrâz’a göre Kur’ân’ı dinleme husûsunda huzur-i kalp üç şekilde olur:

Kur’ân’ı Allah Rasûlü’nden dinler gibi dinlemek.
Kur’ân’ı Cebrâîl (a.s)’dan dinler gibi dinlemek.
Kur’ân’ı doğrudan Hak’tan dinler gibi dinlemek.
Kur’ân okunduğunda susup dinlemek, Allah’a saygının en başta gelen tezâhürü olduğundan insanların dinlemek için müsait olmadığı zaman ve mekânlarda Kur’ân’ı açıktan okumamak gerekir ki insanlar Allah’ın emrine muhâlif duruma düşmesinler.

2.6. Kur’ân-ı Kerîm’i Dünya Menfaatiyle Değişmemek
Ebedî hayatın sermayesi olan ve insanların paha biçemediği Kur’ân hazinesini, basit ve geçici dünya menfaatlerine değişmek, câhilliğin ve ahmaklığın zirvesidir. Âhirete îmânı zayıf olan insanlar, her türlü vesileyi kullanarak sadece dünya rahatını elde etmeyi düşünürler ve ilâhî nidânın îkâzlarına kulaklarını tıkarlar. Hâlbuki Allah katındaki mükâfat ve rızık dünyadaki herşeyden daha hayırlı ve daha kalıcıdır.

Sehl bin Saʻd (r.a) şöyle anlatır:

“Biz Kur’ân okurken, birimiz diğerine okuyup öğrenirken Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) yanımıza geldiler. Bize şöyle buyurdular:

«‒Allah’a hamd olsun! Allah’ın Kitâbı birdir. Sizin içinizde en hayırlı insanlar mevcut, içinizde kırmız tenlisi de var siyah tenlisi de. Okuyun! Kur’ân’ı, (zâhiren) ok gibi dosdoğru okuyup da (mânâsı) boğazlarından aşağı geçmeyen insanlar gelmeden evvel okuyun! O insanlar, okudukları Kur’ân’ın ücretini hemen almak isterler de âhirete hiçbir şey bırakmazlar».”[99]

Câbir bin Abdullah (r.a) şöyle anlatır:

“Biz, içimizde Arap da Acem de bulunduğu hâlde Kur’ân okurken Rasûlullah (s.a.v) yanımıza geldiler ve şöyle buyurdular:

«Okuyunuz, (bu okuyuşlarınızın) hepsi de güzeldir. (İleride öy­le) insanlar gelecek ki, Kur’ân’ı ok gibi dosdoğru okuyacaklar, (ama kar­şılığını) dünyada almak isteyecekler, âhiret ecrini düşünmeyecekler».”[100]

Allah Rasûlü’nün bahsettiği bu insanlar, harflerin mahreçleri ve sıfatları husûsunda tekellüfe gidecek, kıraatta mübâlağa yapacaklar, riyâ, gösteriş, övünme ve şöhret için yarışacaklar. Onlarda, Allah’ın rızâsını elde etme arzusu ve ihlâs bulunmayacak, Kur’ân’ın mânâlarını tefekkür etmeyecek, insanları şaşırtan hikmetlerine dalmayacaklar. Buna göre bizden istenen, riyâdan ve ucubdan uzak bir şekilde, içten gelen fevkalâde bir muhabbet ve arzu ile Kur’ân-ı Kerîm okumamızdır.

İmrân bin Husayn (r.a) Kur’ân okuyan bir kimseye rastlamıştı. Adam okumayı bitirince, insanlardan bir şeyler istedi. Bunu gören İmrân (r.a), büyük bir musîbetle karşılaşmışcasına:

اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنّاَۤ اِلَيْهِ رَاجِعُونَ

“İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn: Biz, Allah’a âidiz ve nihâyet O’na döneceğiz”[101] dedikten sonra şunları söyledi: “Rasûlullah (s.a.v) bir gün şöyle buyurmuşlardı:

«Kim Kur’ân okursa, onunla Allah’tan istesin. Çünkü öyle insanlar gelecek ki, Kur’ân okuyacaklar ve onunla, insanlardan bir şeyler isteyecekler».”[102]

Kur’ân öylesine yüksek bir kıymettir ki onu öğrenip öğretmenin karşılığını verebilmek mümkün değildir. Bunun karşılığını en güzel şekilde ancak Allah Teâlâ ödeyebilir.

Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:

“Âhir zamanda bazı kimseler çıkacak ve dini kullanarak dünyayı elde etmeye çalışacaklar. İnsanlara yumuşak görünmek için kuzu postuna bürünecekler. Dilleri şekerden tatlı, fakat kalpleri kurt kalbidir. Allah Teâlâ onlar hakkında şöyle buyurur: «Benim affıma mı güvenip aldanıyorlar yoksa bana karşı cür’etkâr mı davranıyorlar! Şânıma yemin ederim ki onlara öyle bir fitne göndereceğim ki onların en akıllılarını bile şaşkına çevirecek!”[103]

Muâz bin Cebel (r.a), büyük ihtimalle Peygamber Efendimiz’den işittiği şu sözüyle, Kur’ân’ı şöhret ve menfaat elde etmek için öğrenen kimselere karşı Müslümanları uyarmaktadır:

“Muhakkak ki ileride (birtakım) fitneler olacaktır. O zaman mal çoğalır, Kur’ân açılır; mü’min, münafık, erkek, kadın, köle, hür, küçük, büyük herkes Kur’ân’ı alıp okur. İçlerinden birinin:

«–Bu insanlara ne oluyor da Kur’ân okudu­ğum hâlde bana tâbi olmuyorlar? Ben (din adına) Kur’ân’a muğâyir şeyler ortaya atmadıkça onlar bana uymayacaklar» diyeceği günler yakındır. Böyle sonradan uydurulan şeylere tabi olmaktan sakının! Zira bu bid‘atler apaçık bir dalâlet ve sapıklıktır. Ben sizi hakîm (ilim ve hikmet ehli) kişilerin ayaklarının sürçmesine karşı uyarıyorum. Çünkü şeytan bâtıl sözleri, bazen âlim kimselerin diliyle söyler. Bazen de münâfık doğru söz söyler.” Oradakilerden biri:

“–Allah sa­na rahmet etsin, âlim kimsenin yanlış söz söylediğini, münafığın da hakkı konuştuğunu nasıl bileceğiz?” diye sordu. Muâz (r.a) şöyle cevap verdi:

“–Evet, sen âlimin o şöhret kazanmış, herkesin gözüne batan, sana karışık gelen ve «Bundan ne kastediyor acaba?» denilen sözlerinden kaçın! Fakat âlimin bazen böyle yanılması, seni onun sözlerini dinlemekten tamamen vazgeçirmesin. Çünkü onun (bu bâtıl sözünden hakka) dönmesi (her zaman için) mümkündür. Sen hakkı işittiğin zaman (onu kimin ağ­zından çıktığına bakmadan mutlaka) al! Çünkü hakkın üzerinde nûr var­dır.”[104]

Muâz (r.a)’ın bu sözü şu şekilde de nakledilmiştir:

“Kur’ân insanlara açılacak, öyle ki kadın, çocuk, adam herkes onu okuyacak. Bir adam çıkıp: «Kur’ân okudum ancak kimse beni tâkip etmedi. Vallahi insanların arasında Kur’ân’dan âyetler okuyarak konuşmalar yapacağım, belki bana uyanlar olur!» diyecek. Dediğini yapacak ancak yine ona kimse uymayacak. Adam:

«Kur’ân okudum, kimse bana uymadı, Kur’ân ile aralarında konuşmalar yaptım yine kimse bana tâbî olmadı. O zaman evimde bir mescid edinip kendimi ibadete vereyim, belki bana uyan olur» diyecek. Evinde mescid edinecek ancak yine kendisine tâbî olan bulunmayacak. Sonunda:

«Kur’ân okudum, kimse bana uymadı, Kur’ân ile aralarında konuşmalar yaptım kimse bana tâbî olmadı, evimde bir yeri mescid yaptım yine tâbî olan yok! Vallahi onlara öyle sözler söyleyeceğim ki onu Allah’ın kitâbında bulamayacaklar, Rasûlullah’tan da duymuş olmayacaklar. Belki o zaman peşimden gelirler» diyecek.”

Bunları söyleyen Muâz (r.a) şu îkâzda bulunur: “Ondan ve onun sözlerinden sakının! Onun getirdiği şeyler dalâlettir, sapıklıktır.”[105]

Dîni ile dünyasını kazanmaya çalışan insan ne kötü bir insandır.[106] Ancak bu durumun gittikçe yaygınlaşmasından korkulur. Zira bazı rivayetlerde “Âhiret ameliyle dünya menfaatini isteme”nin kıyamet alâmetlerinden olduğu haber verilmiştir.[107]

2.7. Kur’ân’ı Unutmamak
Kur’ân-ı Kerîm’i devamlı okumak ve ezberlenen yerleri tekrar etmek lâzımdır. Aksi takdirde bunlar unutulmaya başlar. Bu hususta Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in îkâzları mevcuttur. Bunlardan birinde şöyle buyururlar:

“Kur’ân’ı okumaya ve müzakere etmeye düzenli bir şekilde devam edin! Zira o, insanların kalbinden, yuları çözülmüş devenin kaçmasından daha çabuk ayrılıp gider.”[108]

Bu ise büyük bir kayıp ve mahrûmiyettir. Kur’ân insana günahlarına cezâ olarak unutturulur. Çünkü Kur’ân’ı unutmak en büyük musibetlerden biridir ve insanın başına ancak büyük bir günah sebebiyle gelir.

Âlimler tembellik ve ihmal sebebiyle Kur’ân’ın bir kısmını veya tamamını unutmanın büyük günahlardan sayıldığını kuvvetli bir şekilde ifade etmişlerdir. Zira hadislerdeki şiddetli tehdit buna delalet etmektedir. Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır:

“Bir kimse Kur’ân’ı okurken sonra onu unutursa kıyamet günü Allah’ın huzuruna kötürüm olarak çıkar, (yaptığına bir mazeret bulamaz, son derece mahcup olur).”[109]

Kalpler, ancak Allahʼı zikretmekle gerçek huzur ve itmiʼnâna kavuşabileceği gibi,[110] bir ismi de “zikir” olan[111] Kurʼânʼdan uzaklaşan kalpler de, huzursuzluk, kasvet ve gaflete dûçâr olur. Nitekim Sahâbe-i kirâmdan Ebû Musâ el-Eş’ârî’nin kendisini ziyarete gelenlere yaptığı şu tavsiye, bu hakîkatin bir ifâdesidir:

“Kur’ân okumaya devam ediniz! Sakın, uzun müddet Kur’ân okumayı terk etmeyin! Aksi hâlde sizden öncekiler gibi, sizin de kalpleriniz katılaşır.”[112]

2.8. Kur’ân Tilâvetinin Âdâbı
Âlimlerimiz Kur’ân tilâvetinin bir kısım âdâbından bahsetmişlerdir. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:

- Kur’ân okurken abdestli olmak,

- Temiz bir yerde bulunmak,

- Kıbleye dönmek,

- Okumadan önce istiâze ve besmele çekmek,

- İhlâslı olmak, sadece Allah rızası için okumak,

- Tecvid kâidelerine riâyet ederek huşû içinde tertîl ile okumak,

- Mushaf tertibine göre okumak,

- Meşhur kıraatlerden sadece biriyle okumak,

- Âyetler üzerinde tefekkür ve tedebbür etmek

- Ahkâmıyla amel etmek,

- Rahmet âyetleri gelince Allah’ın rahmetini istemek, azap âyetleri gelince azaptan O’na sığınmak,

- Secde âyetlerini okuyunca secde etmek,

- Tilâveti bitirince “sadakallāhü’l-azîm” demek.

Kur’ân tilâveti ensâsında şunları yapmak da tavsiye edilmiştir:

- Kur’ân’ı mushafa bakarak okumak,

- Başkalarını meşgul etmeyecekse sesli okumak,

- Her gün bir miktar Kur’ân okumayı âdet haline getirmek,

- Ezberlenen kısımların unutulmaması için sıkça tekrarlamak,

- Kur’ân tilâveti esnâsında gülme, konuşma gibi lüzumsuz şeylerle meşgul olmamak.[113]

3. Kur’ân’ı Anlamaya Çalışmak
Kur’ân’ı tecvidiyle tertîl üzere güzelce okuduktan sonra sıra onu anlamaya gelmektedir. Ebû Saîd el-Hudrî (r.a) şöyle der:

“Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in ashâbı bir araya gelip oturduklarında, öncelikle Kur’ân-ı Kerîm ile meşgul olur, onu okur ve anlamaya çalışırlardı. Ya içlerinden biri bir sûre okur veya birinden bir sûre okumasını talep ederlerdi.”[114]

Hz. Ebû Bekir (r.a) Kur’ân’ın doğru bir şekilde anlamaya çok ehemmiyet verirdi. Hatta “Kur’ân’ın bir âyetinin iʻrâbını yapmak (izah edip onu anlamaya çalışmak), bana, bir âyeti sadece ezberlemekten daha güzel gelir” derdi.[115] Yine Ebû Bekir ve Ömer (r.a); “Kur’ân’ın bir kısmını iʻrab etmek, onun bazı hurûfunu (lafzî okunuşunu) ezberlemekten daha çok hoşumuza gider” demişlerdir.[116]

Aslında bu genel olarak ashab-ı kiramın anlayışıdır. Onlar Kur’ân’ı anlamaya çok önem verirlerdi. Kûfe ekolüne mensup muhaddis ve fakih tâbiî Mesrûk b. Ecdaʻın haber verdiğine göre Abdullah b. Mesʻûd (r.a), talebelerine bir sûre okur, sonra onun hakkında konuşur ve gün boyu o sûreyi tefsir ederdi.[117] Ebû Vâil bunun diğer bir misalini şöyle haber verir: “Hz. Ali (r.a), İbn Abbas’ı bir hac mevsiminde vazifelendirmişti. İbn-i Abbas hacılara Bakara veya Nûr sûrelerinin tefsirini yaparak öyle bir hitabette bulundu ki, Rumlar, Türkler ve Deylemliler bunu dinleselerdi mutlaka müslüman olurlardı.”[118]

Tâbiînin müfessirlerinden Mücâhid bin Cebr şöyle demiştir:

“Mushaf’ı başından sonuna kadar üç defa İbn Abbas’a arzettim. Her âyette durur, onunla ilgili bilgileri kendisine sorardım.”[119]

 İbn Ebî Müleyke şöyle demiştir:

“Mücâhid’i gördüm, İbn Abbas’a Kur’ân’ın tefsirini sordu. Yanında yazı malzemeleri (elvâh) vardı. İbn Abbas ona «Yaz» diyordu. Bu minval üzere Tefsir’in tamamını ona sordu.”[120]

Hadîs âlimi İbn-i Avn (ö. 151/768) şöyle der:

“Üç şey vardır ki ben onları hem kendim hem de kardeşlerim için istiyorum:

- Sünneti öğrenmek, onu araştırıp mesele edinmek,

- Kur’ân’ı anlamak ve onu araştırmak,

- İnsanları yalnız hayra dâvet etmek.”[121]

Bu rivayetler gösteriyor ki ashâb-ı kiramdan itibaren selef-i sâlihîn bütün gayretlerini Kur’ân’ı anlamaya sarfetmişlerdir. Kur’ân’ı anlayabilmek için de gerekli ilimleri öğrenmiş ve bu uğurda muhtelif fedakârlıklar yapmışlardır. Nitekim Hz. Ömer’in oğlu Abdullah (r.a), ilme ve Rasûlullah (s.a.v)’in yanında bulunmaya düşkünlüğü sebebiyle Suffe’de kalmayı baba evine tercih etmişti.[122] Bu sayede Kur’ân’ı, İslâm’ın esaslarını ve hadisleri daha fazla öğrenme imkânı bulmuştu.[123] Bu fedâkârlığın muhteşem misâllerinden biri de şu hâdisedir:

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), Ensâr’dan, fazîletiyle tanınan Selît isimli bir sahâbîye bir toprak parçası iktâ eylemişlerdi. Selît (r.a) bu arazisine gidip birkaç gün orada kaldıktan sonra döndü. Kendisine:

“‒Sen gittikten sonra Kur’ân-ı Kerîm’den şu şu âyet ve sûreler nâzil oldu, Rasûlullah (s.a.v) şu şu hükümleri beyan etti…” denildi. Selît (r.a) hemen Allah Rasûlü’nün huzûr-i âlîlerine çıkıp:

“‒Yâ Rasûlallah! Bana iktâ buyurduğunuz şu toprak parçası beni sizden alıkoydu. Onu benden tekrar kabul buyurunuz! Beni sizinle beraber olmaktan alıkoyan bir şeye ihtiyâcım yok!” dedi. Rasûlullah (s.a.v) de o araziyi ondan geri aldılar.[124]

Daha sonra gelen ulemâmız da Kur’ân’ı daha iyi anlayabilmek için nice fedâkarlıklar yapmışlar, uzun yollar kat ederek senelerce ilim peşinde koşmuşlar ve pek çok eser telif etmişlerdir. “Bütün kitaplar bir tek Kitab’ı ve bir tek kişiyi daha iyi anlayabilmek için okunur” diyerek her türlü ilmi elde etmişlerdir.

Öyle anlaşılıyor ki Cenâb-ı Hak kullarının kendi kelâmı ve diniyle meşgul olmalarını, bunlar üzerinde çalışıp i‘mâl-i fikirde bulunmalarını murâd etmektedir. Kur’ân’da müteşâbih âyetlerin olması ve fıkıhta içtihada ihtiyaç bırakılması bunu göstermektedir. Yüce Rabbimiz kelâmıyla meşgul olan kullarını sevdiği için içtihadında hata edenlere bile sevap vermektedir.

Şunu da ifade edelim ki Kur’ân-ı Kerîm’i anlayarak okumak asıl maksat olmakla birlikte, onu anlamadan okumak da büyük bir ibadettir. Muhammed Pârsâ (r.a) şöyle buyurur:

“Kişi Kur’ân’ın mânâsını bilmese bile, kalbini tilâvete hazırlamalı, kalbinin vesveselerle başka tarafa yönelmesine müsâade etmemelidir. Böylece gönlü hürmet ve tâzim nûruyla süslenmiş olur. Orada Hak Teâlâ’nın sözü ve kadîm sıfatı olan Kur’ân’ın azameti mevcûd olur. Eğer o harflerin hakîkî mânâları âşikâr olsaydı, onun tecellîsine yedi kat gök ve yerler tahammül edemezdi.

Ahmed bin Hanbel (r.a) şöyle buyurur: Cenâb-ı Hakk’ı rüyâmda gördüm:

«‒Yâ Rabbi! Mukarreb kullarını sana en fazla yaklaştıran vâsıta nedir?» diye suâl ettim. Cenâb-ı Hak:

«‒Kelâm’ım Kur’ân-ı Kerîm’dir ey Ahmed!» buyurdu. Ben:

«‒Yâ Rabbi! Anlayarak okumak mı? Yoksa anlamadan okumak da aynı şekilde kişiyi sana yaklaştırır mı?” diye sual ettim. Yüce Rabbim:

“‒Anlayarak ve anlamayarak okumak, her ikisi de kulumu bana en fazla yaklaştıran amel-i sâlihtir” buyurdu.[125]

Büyüklerden biri buyuruyor ki: Bir kimse ilâç içer, ne içtiğini bilmez, ama o ilâç tesir eder. İşte Kur’ân-ı Kerîm de böyle tesir eder. Kur’ân’ın her harfi, beşeriyetin vücuduna (varlık ve benliğine) düşen bir dağ gibidir ve o vücudu yok edip beşeriyet izlerini siler (mânen yükseltir). Kur’ân nûru, mü’minin kalp nûru ile birleşir, nûrâniyet artar ve beşerî vücut yok olur (varlık ve benlik iddiâsı kalmaz).”[126]

4. Âyetler Üzerinde Tefekkür, Tedebbür ve Tezekkür
“Tedebbür”, sahibini, istenilen manaları anlayıp kavramaya ulaştıran düşünce, tefekkür ve teemmül manasına gelir. Bu tefekkür ancak, lafzı az, fakat bu lafızlara yüklenen mânaların çok olduğu sözleri anlamada kullanılır. Böyle bir söz üzerinde tefekküre daldıkça nice güzel ve engin manalar ortaya çıkar.[127]

“Tezekkür” ise zihnin bilinen bir şeyi hatıra getirmesi anlamına gelir. Kur’ân’ın âyetleri tekrar tekrar okunup hatırlandıkça, nasihatlerinden öğüt alınır, ikazlarına dikkat edilir, müjdeleriyle sevinilir.

Kur’ân, Peygamber ve Kâinât… Bunların üçü de birer mucizedir. Allah Teâlâ bunlarla kullarını irşâd etmektedir. Bunlar üzerinde tefekkür ve tedebbürde bulunup onlardan ibret almak, dersler çıkarmak ve kalben yükselmek gerekmektedir. Mârifetullaha nâil olmanın yolu da bunlar üzerinde tefekkür etmekten geçer. Nitekim İbn-i Kayyim el-Cevziyye şöyle demiştir:

“Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de kullarını iki yolla mârifetullâh’a erişmeye dâvet ediyor:

Cenâb-ı Hakk’ın yaptığı ve yarattığı şeylere nazar ederek onlar üzerinde tefekkür etmek,
Kur’ân-ı Kerîm’deki âyet-i kerîmeler üzerinde tefekkür ve tedebbür etmek. Birinci grup Allah’ın müşâhede edilen âyetleri, ikincisi de işitilen ve akılla idrâk edilen âyetleridir.”[128]
Öncelikle Kur’ân’ı tilavet edip mânâsını anladıktan sonra onun hikmet ve mânâları üzerinde tefekkür etmek gerekir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“…Belki düşünüp öğüt alırsınız diye onda açık seçik âyetler indirdik.” (en-Nûr 24/1)

“(Rasûlüm!) Sana bu mübarek Kitâb’ı, âyetlerini iyice düşünsünler ve akıl sahipleri öğüt alsınlar diye indirdik.” (Sâd 38/29)

“Onlar Kur’ân üzerinde tefekkür etmiyorlar mı? Hayır, bilâkis kalplerinin üzerinde üst üste kilitler var!” (Muhammed 47/24)

Kur’ân’ı tefekkürle okuyan insan, Allah Teâlâ’nın sıfatlarını kelâmında müşâhade eder. Okuduğu her âyetten Allah’a dâir birçok mârifetler elde eder. Gönlüne çok şaşırtıcı ilimler ve mârifetler doğar. Kitâbullah’ın esrârını anlama ve Allah’ı tanıma hususunda kendisine yeni yeni kapılar açılır. Cafer Sâdık (r.a) bunu ifade etmek için “Allah Teâlâ kullarına kelâmı ile tecellî etmiştir ancak onlar görmüyorlar” demiştir.

Kur’ân’ı tefekkürle okuyan kimsenin kalbi, sanki Allah Teâla kendisine hitap ediyormuş, kendisiyle başbaşa konuşuyormuş gibi hisseder.

Kur’ân’ı tefekkürle okuyan kimse, Rabbine münâcât eder, O’na yalvarır ve O’ndan ister.

Allah Rasûlü (s.a.v) Kur’ân-ı Kerîm’i tefekkür ve tedebbür ile düşüne düşüne, âdeta yaşayarak okurlardı. Allah’ı tesbîh etmekten bahseden âyetler okuyunca hemen durup; “Sübhânallah” gibi tesbîh ifâdeleriyle Allah’ı tesbih ederlerdi. Duâ ve niyâz âyetlerini okuyunca hemen o lafızlarla Allah’a dua ederlerdi. Allah’a sığınmaktan bahseden ifadeler gelince, hemen Allah’a sığınırlardı. Cehennemin zikri geçince, ondan Allah’a sığınır, müjde taşıyan ve cennetten bahseden âyetleri okuyunca Yüce Rabbimizden onları isterlerdi.[129]

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz bazen bir âyet-i kerimenin mânâsından öylesine müteessir olurlardı ki sabaha kadar o âyeti tekrar edip üzerinde düşünür ve Allah’a niyaz ederlerdi.[130] Bir gün “Eğer kendilerine azâb edersen, şüphe yok ki onlar, senin kullarındır (dilediğini yaparsın). Şayet onları bağışlarsan, şüphesiz ki Azîz ve Hakîm sensin!”[131], “Rabbim, putlar insanlardan birçoğunun sapmasına sebep oldular. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir...”[132] âyetlerini okudular. Ardından ellerini kaldırıp, “Allah’ım! Ümmetim, ümmetim!” diye gözyaşları içinde yalvarmaya başladılar. Bunun üzerine Allah Teâlâ, “Ümmetin husûsunda seni râzı edeceğiz ve seni asla üzmeyeceğiz” müjdesini verdi.[133]

Hz. Âişe (r.a) Rasûlullah Efendimiz’in Kur’ân’ı tefekkür etmeye ne kadar ehemmiyet verdiğini gösteren bir hâtırasını şöyle anlatır: “Bir gece Rasûlullah (s.a.v) bana:

«–Ey Âişe! İzin verirsen, geceyi Rabbime ibadet ederek geçireyim» buyurdular. Ben de:

«–Vallahi Seninle beraber olmayı çok severim; ancak seni sevindiren şeyi daha çok severim» dedim.

Sonra Rasûlullah (s.a.v) kalktılar, güzelce abdest alıp namaza durdular. Ağlıyorlardı… O kadar ağladılar ki, elbisesi, mübârek sakalları, hattâ secde ettiği yer bile sırılsıklam ıslandı. O, bu hâldeyken Bilâl (r.a) sabah namazına çağırmaya geldi. Efendimiz’in değişik bir hâl içinde ağladığını görünce:

«–Yâ Rasûlâllah! Allah Teâlâ sizin geçmiş ve gelecek günahlarınızı bağışladığı hâlde niçin ağlıyorsunuz?» dedi. Rasûlullah (s.a.v):

«–Allah’a çok şükreden bir kul olmayayım mı? Vallahi bu gece bana öyle âyetler nâzil oldu ki, onları okuyup da üzerinde tefekkür etmeyenlere yazıklar olsun!» buyurdular ve şu âyet-i kerîmeleri tilâvet ettiler:

«Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, akl-ı selîm sahipleri için (Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren) kesin deliller vardır. Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (yani her an) Allah’ı zikrederler; göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler ve: Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın. Seni tesbîh ederiz; bizi cehennem azâbından koru! (derler).» (Âl-i İmrân 3/190-191)”[134]

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), Kur’ân-ı Kerîm’i, mânâsını anlayıp üzerinde düşünerek okumak gerektiğini ve bunun faziletini ifâde sadedinde şöyle buyurmuşlardır:

“Kur’ân’ı üç günden az bir zamanda okuyup bitiren kişi onu hakkıyla anlayamaz, üzerinde hakkıyla tefekkür edemez.”[135]

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz Kur’ân okumanın asıl maksadının onunla kalbî bir bağ kurmak olduğunu da şöyle ifade ederler:

“Kur’ân’ı, kalpleriniz ülfet ettiği müddetçe okuyun! İhtilâf ettiğiniz zaman ise okumayı bırakın!”[136]

Yani kalbiniz Kur’ân ile ülfet ettiği, istekli olduğunuz, zihninizi topladığınız, dikkatinizi teksif edip tefekkür ve tedebbürle okuyabildiğiniz müddetçe tilâvete devam edin! Ama bıkkınlık veya başka bir sebeple kalbiniz Kur’ân’ın mânâlarını anlayamaz hâle gelir veya başka bir düşünceye dalar, sâdece dilinizle Kur’ân okuyup kalbiniz orada bulunmazsa okumayı bırakın! Tâ ki kalbiniz tekrar Kur’ân’a dönünceye kadar!

Bunun içindir ki Hz. Ömer (r.a): “Bakara Sûresiʼni on iki senede tamamladım ve şükrâne olarak bir deve kurban ettim” buyurmuştur.[137] Zira o, Kur’ân’ı derin derin düşünüp mânâlarını ve inceliklerini anlayarak okumuş, aynı zamanda bu anladıklarını fiiliyâta dökerek hem kendisine hem de bütün Müslümanlara faydalı olmuştur. Hz. Ömer’in oğlu Abdullah da, Bakara Sûresiʼni öğrenip hayatına tatbik etmek ve hikmetlerinden lâyıkıyla nasiplenebilmek için, bu sûrenin âyetleri üzerinde tam sekiz sene çalışmıştır.[138]

Mevlâna Hazretleri bunu ne güzel tasvir eder:

“Rasûlullah (s.a.v) zamanında sahâbeden her kim bir veya yarım sûre ezberlese, ezberinde bir sûre var diye insanlar ona ta’zîmde bulunurlar ve parmakla gösterirlerdi. Çünkü onlar, Kur’ân’ı en güzel şekilde anlayıp hazmederler, âdetâ yer gibi okurlardı. Bir kimsenin altı veya on iki batman[139] ekmek yemesi, elbette büyük bir iştir. Ancak ağzına alıp çiğnedikten sonra çıkarmak şartıyla bin merkeb yükü ekmek yemesi dahi mümkündür. «Nice Kur’ân tilâvet edenler vardır ki, Kur’ân onlara la’net eder» îkâzı vârid olmuştur. İşte bu, Kur’ân’ın ma’nâsına vâkıf olmayan kimseler hakkındadır.”[140]

Hz. Ali (r.a): “İçinde ilim olmayan ibadette hayır yoktur. İçinde fehm (anlama çabası) olmayan ilimde hayır yoktur. İçinde tedebbür (tefekkür) olmayan kıraatte hayır yoktur” buyurmuştur.[141]

Abdullah bin Mesʻûd (r.a) şöyle demiştir:

“Kur’ân’ı okuyunuz, onunla kalplerinizi harekete geçiriniz (duygulanınız)! Arzunuz, bir an evvel sûrenin sonuna varmak olmasın!”[142]

“Kim ilim istiyorsa Kur’ân’ın mânâlarını tefekkür etsin, tefsîri ve kıraati üzerinde yoğunlaşsın! Zira onda, öncekilerin ve sonrakilerin ilmi mevcuttur.”[143]

Bir zât, Zeyd bin Sâbit (r.a)’a gidip, Kur’ân-ı Kerîm’in bir haftada hatmedilmesi husûsunda ne düşündüğünü sormuştu. O da; “İyi olur” dedikten sonra kendi tercihini şöyle ifade etti:

“−Fakat ben, on beş veya yirmi günde bir hatim yapmaktan daha çok hoşlanırım. Neden diye sorarsan; ancak bu şekilde Kur’ân âyetlerindeki hikmet ve ibretleri daha iyi tefekkür edip mânâlarındaki inceliklere daha fazla nüfûz edebilirim.”[144]

Aynı şekilde güvenilir hadis imamlarından Ebû Cemre (ö. 127/744); “Ben Kur’ân-ı Kerim’i çok hızlı okurum. Üç günde Kur’ân’ı hatmediyorum” dediğinde hocası İbn-i Abbas; “Bir gecede üzerinde tefekkür ve tedebbür ederek ve hakkını vererek tertil üzere sadece Bakara sûresini okumak, bana senin şu okuyuşundan daha hoş gelir” demiştir.”[145]

Şu hâdise de sahâbe-i kirâmın Kur’ân’ı nasıl dinleyip nasıl anladığına dair güzel bir misaldir: Bir bedevî Allah Rasûlü’nün fem-i saâdetlerinden “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür”[146] âyet-i kerîmelerini dinlemişti. Büyük bir hayretle:

“–Ey Allah’ın Rasûlü, zerre ağır­lığınca mı?!” diye sordu. Rasûlullah (s.a.v), “Evet” buyurdular. Bir anda hâli değişiveren bedevî:

“–Vay benim kusurlarım!” diye âdeta inledi. Ve bu sözlerini defalarca tekrarlayıp durdu. Sonra da işittiği âyetleri tekrar ederek kalkıp gitti. Rasûlullah (s.a.v) onun ardından:

“–Îman bu bedevînin kalbine girdi” buyurdular.[147]

Tâbiîn neslinin âlimlerinden Iyâs bin Muâviye (r.a), Kur’ân-ı Kerîm’i tefekkürsüz okuyanlar için şu teşbihte bulunur: “Kur’ân’ı okuyup da onun mânâlarını, inceliklerini bilmeyen ve düşünmeyen kimse, karanlık bir gecede hükümdardan kendisine bir mektup gelen, fakat mektupta ne yazdığını okuyup öğrenmediği için kendisini korku saran kimse gibidir. Kur’ân’ın mânâ ve inceliklerine intikâl eden kimse de, ışık getirip ortalığı aydınlatarak mektubun içindekileri okuyan kimse gibidir.”[148]

İmâm Şâfiî (r.a) “İnsanlar Asr Sûresi’ni hakkıyla tefekkür ve tedebbür etseler, sadece bu bile onlara kâfî gelir” buyurmuştur.[149]

Sâlih zâtlardan biri olan Süleyman Dârânî (r.a) Kur’ân-ı Kerîm’i nasıl tefekkür ettiğini şöyle ifâde eder: “Ben bir âyet okurum, dört-beş gece onu düşünürüm, onu iyice hazmetmeden başka bir âyete geçemem.”[150]

Büyük âlimlerimizden Fîrûzâbâdî (ö. 817/1415), Allah’ın muhabbetini celbeden on sebebi sayarken ilk olarak “Düşünerek, manalarını anlayarak ve Allah’ın gönderdiği âyetlerle bizden ne istediğini idrak ederek Kur’ân okuma”yı zikreder.[151]

Kur’ân’ın ferdî olarak tefekkürle okunması da bir noktadan sonra yeterli olmayabilir. Müslümanlar bir araya gelerek Kur’ân’ı aralarında müzâkere etmelidirler. Bunun faziletini Nebiyy-i Ekrem Efendimiz şöyle haber verirler:

“…Bir grup insan, Allah’ın evlerinden bir evde toplanır, Allah’ın Kitâbı’nı okur ve onu aralarında müzâkere ederlerse, üzerlerine sekînet iner, onları rahmet kaplar ve melekler çevrelerini kuşatır. Allah Teâlâ da o kimseleri kendi nezdinde bulunanların arasında zikreder.”[152]

Ashâb-ı kiramın gençleri buna ne güzel örnek olmuşlardır. Enes bin Mâlik (r.a) şöyle anlatır:

“Ensâr’dan 70 genç vardı, Kurrâ diye isimlendirilirlerdi. Mescidde bulunurlardı, akşam olup hava karardığında Medîne-i Münevvere’nin kenârında tâyin ettikleri bir yere çekilirler, orada sabaha kadar Kur’ân-ı Kerîm dersi yapar, onun mânâlarını anlamak için uzun uzun müzâkerelerde bulunurlar ve uzun uzun namaz kılarlardı. Âileleri onların Mescid’de olduğunu, Mescid’deki Ehl-i Suffe de gençlerin evlerine gittiğini zannederdi. Sabah olduğunda gücü olan gençler civardaki kuyulardan Mescid’e tatlı su getirir, dağdan odun getirip bunları Rasûlullah (s.a.v)’in odasının duvarına dayarlardı. (Efendimiz’in ihtiyacı dışındaki odunları satıp Ehl-i Suffe’ye yiyecek alırlardı.) Mâlî imkânı yerinde olan gençler de toplanıp bir koyun satın alır, onu hazırlayıp pişirir ve yine Efendimiz (s.a.v)’in odasının duvarına asarlardı. (Bu şekilde imkânları nisbetinde infâk eder ve muhtaç mü’minlere ikramlarda bulunurlardı.) Nebî (s.a.v) onların hepsini muallim olarak Arap kabîlelerine gönderdiler. Onlar Bi’r-i Maûne’de ihânete uğradılar. Hâinlerle çarpışarak şehîd oldular. Allah Rasûlü’nün onlara üzüldüğü kadar hiçbir şeye üzüldüğünü görmedim. Bu hâdise Efendimiz’e o kadar ağır geldi ki Kurrâ’nın kâtillerine (bir ay boyunca) sabah namazından sonra bedduâ ettiler.”[153]

Kur’ân üzerinde tefekkür ve tedebbür büyük bir nimet olduğu için herkese nasib olmaz. Allah bu ihsânını ancak takvâ sahibi kullarına nasib eder. Böyle kullar, kendilerine Kur’ân okunduğunda veya âyet-i kerîmelerle nasihat edildiğinde, hemen dikkat kesilir, onu can kulağıyla dinler, üzerinde düşünür ve itaat ederler. Kibirli ve günahkâr kimseler ise bu nimetten mahrumdurlar. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Yeryüzünde haksız yere böbürlenenleri âyetlerimden uzaklaştı­racağım. Onlar bütün mûcizeleri görseler bile îmân etmezler. Doğru yolu görseler, onu yol edinmezler. Fakat azgınlık yolunu görürlerse, he­men ona saparlar. Bu durum, onların âyetlerimizi yalanlamalarından ve onlardan gâfil olmalarından ileri gelmektedir.” (el-Aʻrâf 7/146)

Bu sebeple kibirli kimse ilim öğrenemez. Allah’ın azametini ve ahkâmının sağlamlığını gösteren delilleri anlayamaz.[154] Mü’mine düşen mütevâzı bir şekilde Kur’ân okumak, onu anlayıp üzerinde tefekkür etmek ve Allah’tan ilmini ve anlayışını artırmasını istemektir.

5. Kur’ân’ın Ahkâmına Tâbî Olmak
Kur’ân-ı Kerîm’i okuyup anlamanın ve üzerinde tefekkür etmenin asıl maksadı, onun hükümlerini tatbik etmek, hayatın her alanını Kur’ân’la nurlandırmak, her an ona uygun yaşamaktır. Bu sebeple Kur’ân’ı okuyan bir mü’min ondaki her hitabın bizzat kendisine olduğunu bilmeli ve bunu derinden hissetmelidir. Zira Cenâb-ı Hak, Rasûlü’nün lisânı ile bizlere hitap etmektedir. Âyet-i kerimelerde şöyle buyrulur:

“Sana ne vahyedilirse ona tâbî ol ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret. O hüküm verenlerin en hayırlısıdır.” (Yûnus 10/109)[155]

İnsan, Allah’ın kitâbında indirdiği delilleri düşünmeli, indirdiği hükümleri tefekkür etmeli, onlardan kendisine dersler çıkarıp gereğince amel etmelidir.[156]

Hasan Basrî (r.a) şöyle der: “Vallahi Kur’ân’ı tedebbür, onun harflerini ezberleyip koyduğu sınırları (hükümleri) ihmâl etmek değildir! Öyle ki biri çıkıp «Kur’ân’ın tamamını okudum» diyor ama Kur’ân onun ne ahlâkında ne de amelinde görünmüyor!”[157]

Kur’ân’ın ahkâmını tatbik hususunda ihmalkâr davranmak, büyük pişmanlıklara sebep olacaktır. Yüce Rabbimiz biz kullarını şöyle îkâz eder:

“Hiç farkında olmadığınız bir sırada azap ansızın başınıza gelmeden önce Rabbinizden size indirilen en güzel hükümlere uyun ki sonra hiç kimse, «Allah’a itaat hususunda gerekeni yapmadığım için yazıklar olsun bana! Ben gerçekten de (İslâm ile) alay edenler arasında yer almıştım» diyerek (kendi kendini kınamasın!) Veya «Eğer Allah bana hidayet nasip etseydi günahtan sakınanlardan olurdum» diyerek; ya da azabı gördüğünde, «Keşke bana bir fırsat daha tanınsa da iyilerden biri olsam!» diyerek hayıflanmasın.” (ez-Zümer 39/55-58)

Kur’ân-ı Kerîm’in getirdiği hükümler en güzel hükümlerdir. Onlar hayatın her alanına ve kulların bütün meselelerine şâmil olduğu gibi kıyamete kadar da geçerli olmaya devam edecektir.[158]

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm hususunda gaflete düşenlerle, onun feyzinden güzelce istifâde edenleri şu şekilde sınıflandırır:

“Sonra Kitâb’ı, kullarımız arasından seçtiğimiz kimselere verdik. İnsanlardan kimi kendisine zulmeder, kimi ortadadır, kimi de Allah’ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır. İşte büyük fazîlet budur.” (Fâtır 35/32)

Yani insanların bir kısmı Kur’ân okuduğu hâlde, farzların bir kısmını yapmaz, bazı haramları işler. Böylece nefislerine zulmeder, en büyük nîmeti ziyân ederler. Bir kısmı orta yoldadır, farzları yerine getirir, haramları terkeder, bazı müstehapları ihmâl edip bazı mekruhları yaparlar. Bir kısmı da farzları ve müstehapları yapar, haramları, mekruhları ve hatta bazı mubahları terkederler. Nefsine zulmedenler Allah’ın dilediği kadar cezalarını çektikten sonra Rasûlullah’ın şefaatiyle affedilirler. Orta halli olanlar hafif bir hesaba çekildikten sonra Allah’ın rahmetiyle cennete girerler. Allah’ın izniyle hayırda ileri gidenler ise hesapsız cennete girerler.[159]

Rasûlullah (s.a.v) Kur’ân’ın hayatımıza tesir etmesi gerektiğini şu güzel sözleriyle ifade buyurmuşlardır:

“Kur’ân’ı, seni kötülüklerden alıkoyacak şekilde oku! Eğer o seni kötülüklerden alıkoymuyorsa, onu okumuş sayılmazsın.”[160]

Sahâbe-i kirâm, Rasûlullah (s.a.v)’den on âyet öğrendiklerinde, bunlardaki emir ve hikmetleri iyice idrâk edip tatbik etmeden diğer on âyete geçmemişlerdir.[161] Zira onlar insanın, Kur’ân’ı anlayıp muktezasınca amel etmek mecburiyetinde olduğunu çok iyi idrak etmişlerdi.

Kur’ân’ı yaşamayan kimse ne kadar ezber okursa okusun hâfız kabul edilmemiş ve “Asıl Kur’ân hâfızları, Kur’ân’ın hükümlerini, helâl ve haramını bilen ve içindekilerle amel eden kişilerdir” denilmiştir.[162]

Abdullah bin Mes’ud (r.a) hakîkî Kur’ân hâfızı sayılmanın, ancak onu yaşamakla mümkün olabileceğine işaretle şunları söyler:

“Kur’ân’ı ezberlemiş olan kimse:

İnsanlar uyurken gece kalkıp ibadet etmesiyle,
Halk yemek yerken oruç tutmasıyla,
Başkaları sevinip eğlenirken âkıbeti için kederlenmesiyle,
İnsanlar gülerken kulluktaki acziyetinden dolayı ağlamasıyla,
Halk birbiriyle konuşurken sükûtuyla,
İnsanlar kibirlenirken mütevâzı davranışlarıyla tanınmalıdır.
Kur’ân’ı ezberlemiş birisinin ağlaması, hüzünlü durması, vakarlı ve bilgili olması, tefekkür ve sükût hâlinde bulunması îcâb eder. Kur’ân ehli; katı yürekli, gâfil, çığırtkan ve hemen öfkelenen biri olmaktan da sakınmalıdır.”[163]

Meşhur Osmanlı âlimlerinden Muhammed Hâdimî şu tavsiyelerde bulunur: Her türlü sıkıntıdan, belâ ve musîbetten kurtulmanın yegâne yolu, Kur’ân’a sarılmak ve onu hayata geçirmektir. İbadet ve tâatlere devam edin! Bilhassa en faziletli ibadetlerden olan tedebbür, tertîl ve edeple Kur’ân okumaya iyi sarılın! Zira Kur’ân’ı böyle okumak, Allah ile konuşmak gibidir.[164]

Kur’ân ile yaşamak insanı maddî ve mânevî kirlerden arındırarak tertemiz kılar. Yüce Rabbimiz şöyle müjdeliyor:

“İman edip sâlih ameller işleyenler ve Muhammed’e indirilene iman edenler -ki Rablerinden gelen hak da odur-, Allah onların günahlarını örtmüş ve hallerini de ıslah etmiştir.” (Muhammed 47/2)

Allah Teâlâ’nın Rasûlü ve kitabıyla gönderdiği bu hidâyete tâbî olan kimseler dünyada sapıtmaz, âhirette de şekâvete uğramazlar. Bundan yüz çevirenler ise dünyada sıkıntılı bir hayat yaşadıkları gibi kıyamet günü de kör olarak haşredileceklerdir.[165]

O hâlde bir mü’minin yapması gereken Kur’ân ve sünnette bildirilen sâlih amellere sarılmaktır. Zira erkek veya kadın, kim mü’min olarak sâlih ameller işlerse, Allah ona dünyada hoş bir hayat yaşatacağını ve âhirette de mükâfatını yaptıklarının en güzeli ile vereceğini müjdeliyor.[166] Şu âyet de cennette herkesin derecesinin Kur’ân ve sünnet ile amel ettiği seviyede olacağını beyan ediyor:

“Herkesin yaptıkları amellere göre dereceleri vardır. Rabbin onların yaptıklarından habersiz değildir.” (el-En‘âm 6/132)

Allah’ın hükümlerine boyun eğenlere vaad edilen şu mükâfat ne güzeldir:

“Kim Allah’a ve peygambere itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine lutuflarda bulunduğu peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlih kişilerle beraberdirler; bunlar ne güzel arkadaşlardır!” (en-Nisâ 4/69)

Allah’ın kitabını okuduğu halde ahkâmıyla amel etmeyenler ise en büyük yergiye müstahak olmuşlardır.[167] Bu sebeple Kur’ân’ı terk edenleri acıklı bir azap beklemektedir. Allah kendisine Kur’ân’ı öğrettiği hâlde, bütün gece uyuyarak onunla hiç meşgul olmayan ve Kur’ânı terk eden kimsenin, öldükten sonra göreceği azap, Allah Rasûlü’ne gösterilmiştir. Buna göre, Kur’ân’ı ihmâl eden kimsenin kafası, büyük bir kaya ile kıyâmete kadar devamlı ezilip duracaktır.[168]

Kur’ân’ın hükümleriyle amel edenlerle etmeyenlerin kıyamet günündeki hallerini Rasûlullah (s.a.v) şöyle haber vermişlerdir:

“Kıyamet günü bir adam getirilir. Kur’ân ona (insan sûretinde) temessül ettirilir. Adam dünyadayken Kur’ân’ın farzlarını ihmal etmiş, çizdiği sınırları aşarak haramlara düşmüş, bildirdiği ibadetleri yapmayıp muhâlif davranmış, yasakladığı günahları işlemiştir. Kur’ân:

«–Yâ Rabbî! Âyetlerimi ne kötü bir adama verdin (öğretip ezberlettin!) Hududlarımı aştı, farzlarımı terk etti, açıkladığım ibadetleri bırakıp yasak olduğunu bildirdiğim mâsiyetleri işledi…» der. O kimse aleyhine delillerini sayıp dökmeye o kadar devam eder ki, nihayet Cenâb-ı Hak, Kur’ân’a:

«–Haydi, onu sana bırakıyorum, hesabını gör!» buyurur. O da adamın elinden tutar ve burnu üstüne sürükleyerek cehenneme atıncaya kadar yanından ayrılmaz.

Başka bir kimse daha getirilir. O da dünyadayken Kur’ân’ın çizdiği sınırları korumuş, farzları yerine getirmiş, emrettiği ibadetleri yapıp yasakladığı çirkin fiillerden kaçınmıştır. Kur’ân önünde durup onu müdâfaa ederek:

«–Yâ Rabbî! Âyetlerimi ne güzel bir kişiye tevdî ettin (öğretip ezberlettin!) Hududlarımdan sakındı, farzlarımı îfa etti, beyan ettiğim taatlere tâbi olup mâsiyetlerden kaçındı…» der. O kişi lehine delillerini saymaya o kadar devam eder ki, nihayet Cenâb-ı Hak, Kur’ân’a:

«–Onu sana havale ettim, hesabını sen gör!» buyurur. Bunun üzerine (insan sûretinde) temessül ettirilen Kur’ân, onun elinden tutar, yanından hiç ayrılmaz. Ona beyaz atlastan elbiseler giydirir, başına kral tâcı koyar ve kralların kâsesiyle ona su ikrâm eder.”[169]

5.1. Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in Kur’ân’ı Yaşaması
Yezid bin Babnus şöyle rivayet ediyor: Hz. Âişe’ye:

“–Ey mü’minlerin annesi! Rasûlullah (s.a.v)’in ahlâkı nasıldı?” diye sorduk. O da:

“–Rasûlullah (s.a.v)’in ahlâkı Kur’ân idi” diye cevap verdi. Sonra da:

“–Mü’minûn sûresini okuyor musun? “Mü’minler felâha erdiler” âyetinden başla ve oku!” dedi. Onuncu âyete gelince Âişe (r.a):

“–Rasûlullah (s.a.v)’in ahlakı işte böyle idi” buyurdu.[170]

O, kalbine indirilen Kur’ân’ı derhal hayata geçiriyor, düşünceleri, sözleri ve fiilleri hemen vahye göre şekil kazanıyordu. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), kelimenin tam anlamıyla Kur’ân ile yatar, Kur’ân ile kalkarlardı. Yatarken Nâs ve Felâk sûrelerini okur,[171] gece namaz için uyandığında Âl-i İmrân sûresinin son on âyetini okuyarak tefekküre dalarlardı.[172] Kur’ân, duygularına varıncaya kadar Allah Rasûlü’nün hayatını nasıl yansıtmaktaysa, Rasûl-i Ekrem de yirmi üç yıllık risalet hayatı boyunca bütün fiillerinde ve hadis-i şeriflerinde daima Kur’ân vahyini yansıtmışlardı. İşte bu yüzden risalet, Kur’ân’la şekillenen bir ömür; Rasûl ise adeta yaşayan bir Kur’ân idi.[173]

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in sadece ahlâkını değil, onun sünnetini ve sîretini önemli ölçüde Kur’ân belirliyordu. Onun birçok tasarrufunun temelinde Kur’ân vardı. Bu, bazen doğrudan ve açık bir şekilde herhangi bir âyetten anladığı veya ondan çıkarttığı bir hüküm olabileceği gibi bazen Kur’ân’ın bütününden hareketle varmış olduğu bir sonuç da olabiliyordu.[174]

Rasûlullah (s.a.v) canlı bir Kur’ân idi ve Kur’ân’ı hayatıyla tefsir ediyordu. Vahyin inişine şâhitlik eden ashâb-ı kirâm, Kur’ân âyetlerini büyük ölçüde anladığı için sözlü tefsire fazla ihtiyaç hissetmiyordu. Bu sebeple de Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), Kur’ân’ın küçük bir bölümünü sözlü olarak tefsir etmişlerdi. Yirmi üç sene boyunca devam eden nüzul sürecinin en mühim gündem maddesi olan Kur’ân, onları ilgilendiren her konuda hayatla iç içeydi ve anlaşılmaması için bir sebep yoktu. Bu sebeple hiçbir âyeti tefsir edilmeyen sûreler olduğu gibi, birçok sûrenin de sadece birkaç âyeti hadislerle açıklanmıştı. Allah Rasûlü’nün Kur’ân tefsiri daha çok tatbîkâtında ve ahlakî davranışlarında ortaya çıkmaktaydı. Diğer bir ifadeyle Allah Rasûlü, Kur’ân’ı anlatarak değil de yaşayarak öğretmeyi tercih etmişlerdi. İnançtan ibadete, eğitimden ahlaka varıncaya kadar hayatın her alanını ilgilendiren sünnet, aslında Kur’ân’ın hayata geçirilmesi demekti. Dolayısıyla Rasûlullah (s.a.v)’in tefsiri, sadece hadis kaynaklarının tefsir bölümlerindeki sayılı rivayetlerde değil onun bütün sünnet ve sîretinde aranmalıdır. Tâbiri câiz ise Kur’ân, ilahi iradenin yazılı bir senaryosu, Rasûlullah (s.a.v)’in onu hayata geçirmesi de bu senaryoyu canlandırmasıydı.[175]

Bu durumda ashâb-ı kirâmın söz ve fiillerinin tefsir açısından ne kadar mühim olduğu da ortaya çıkmaktadır. Zira onlar Kur’ân’ı çok iyi öğrenmiş, anlamış ve yaşamışlardı. Sözleri ve fiilleri de buna göre olmuştu.

5.2. Ashâb-ı Kirâmın Kur’ân’ı Yaşaması
Ashâb-ı kirâm Kur’ân’ı Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in fem-i saâdetlerinden taze taze alıp hemen hayatlarına yansıtıyorlardı. O ne yaparsa onlar da peşinden aynısını yapıyorlardı. “Yâ Rasûlallah! Nefsimi elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, siz bize atlarımızı denize sürmemizi emretseniz hiç tereddüt etmeden onlarla denize dalarız. Atlarımızı Berkü’l-Ğımâd’a[176] sürmemi­zi emretseniz bunu da yaparız» diyorlardı.[177]

Allah Teâlâ, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e gece kalkıp namaz kılmasını ve Kur’ân okumasını emretmişti:

“Ey örtünüp bürünen (Rasûlüm)! Birazı hariç, geceleri kalk namaz kıl. (Gecenin) yarısını (kıl). Yahut bunu biraz azalt, ya da çoğalt ve Kur’ân’ı tane tane oku.” (el-Müzzemmil 73/1-4)

Rasûlullah (s.a.v) bu emri hakkıyla yerine getirdi. Ayakları şişip çatlayıncaya kadar namaz kıldı. Ashâb-ı kirâm da onun peşinden koştular. Onlar da geceleri uzun uzun namaz kıldılar, ayakta Kur’ân okudular. Her birinin evinden arı vızıltısı gibi sesler geliyordu. Bir sene böyle geçti. Sonra şu âyet-i kerime nâzil oldu:

“(Rasûlüm!) Senin, gecenin üçte ikisine yakın kısmını, (bazen) yarısını, (bazen de) üçte birini yatmadan (ibadetle) geçirdiğini ve beraberinde bulunanlardan bir topluluğun da (böyle yaptığını) Rabbin elbette biliyor. Gece ve gündüzü (içinde olup bitenleri iyiden iyiye) ölçüp biçen ancak Allah’tır. O sizin, bunu sayamayacağınızı bildiği için, sizi bağışladı. Artık, Kur’ân’dan kolayınıza geleni okuyun. Allah bilmektedir ki, içinizde hastalar bulunacak, bir kısmınız Allah’ın lütfundan (rızık) aramak üzere yeryüzünde yol yürüyecekler, diğer bir kısmınız da Allah yolunda çarpışacaklardır. O halde Kur’ân’dan kolayınıza geleni okuyun. Namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a gönül hoşluğuyla ödünç verin. Kendiniz için önden (dünyada iken) ne iyilik hazırlarsanız Allah katında onu bulursunuz; hem de daha üstün ve mükâfatça daha büyük olmak üzere. Allah’tan mağfiret dileyin, şüphesiz Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.” (el-Müzzemmil 73/20)

Âyet-i kerimeden anlaşıldığına göre sahâbe-i kirâm hasta ve yolcu da olsa, cihâd ediyor da olsa yine de Kur’ân’dan kolayına gelen bir kısmı okuyorlardı. Develerinin üzerinde Kur’ân okuyarak yolculuk yapıyor, mola verince hemen nâfile namaza koşarak uzun uzun Kur’ân okuyorlardı.[178]

Ashâb-ı kiramın Kur’ân ahkâmına uymadaki hassâsiyetini gösteren bunun gibi daha pek çok misal mevcuttur. Bunların bir kaçını burada zikredelim:

Cenâb-ı Hak âyet-i kerimede şöyle buyurur: “Ey iman edenler! Kâfirlerden size yakın olanlar(dan başlayarak yakından uzağa doğru) savaşın ve onlar sizde sert bir kuvvet bulsunlar…”[179] İbn Kesîr bu âyetin tefsirinde özetle şöyle der: “Rasûlullah (s.a.v) yakından uzağa doğru Arap kabileleriyle savaşmış, onlar İslâm’a girince Ehl-i Kitâp ile savaşmak için hazırlanmış, Rumlar üzerine Tebük seferini yaptıktan sonra vefat etmiştir. Ondan sonra vazifeyi veziri, arkadaşı ve halifesi Ebû Bekir (r.a) devam ettirmiştir. (Allah Rasûlü vefat edince insanların çoğu gerisin geri dönmüş,) din iyice zayıflamaya ve yok olmaya yaklaşmıştı. Allah Teâlâ onu Ebû Bekir’le sabitleştirdi, temellerini sağlamlaştırdı ve payandalarını kuvvetlendirdi. O, dinden kaçanları, burnu yere sürtülmüş vaziyette geri çevirdi, mürtedleri İslâm’a geri getirdi. Zekât vermek istemeyenlerden zekâtı aldı. Bilmeyenlere hakkı beyan etti, Rasûlullah’tan ezberlediği hadisleri insanlara nakletti. Sonra haça tapan Rumlara ve ateşe tapan Farslara karşı İslâm orduları hazırlamaya başladı. Onun seferlerinin bereketiyle Allah Teâlâ nice beldelerin fethini müyesser kıldı, (o zaman dünyanın süper gücü olan) Kisrâ, Kayser ve onlara tâbi olanların burnunu yere sürtüp hazinelerini Allah Rasûlü’nün önceden haber verdiği şekilde Allah yolunda harcadı.”[180] Rasûlullah (s.a.v) ve halifeleri, âyetteki İslâm’ın yakından uzağa doğru tebliğ edilmesi emrini tatbik etmiş, bu uğurda nice meşakkatlere katlanmışlardır.

Bir bedevî Hz. Ebû Bekir’e gelerek;

“–İhramlıyken bir hayvan avladım. Ceza olarak ne ödemem gerekir?” diye sordu. Ebû Bekir (r.a) yanında oturan Übeyy b. Kaʻb’a;

“–Bu hususta görüşün nedir?” diye sordu. Bu duruma şaşıran, biraz da öfkelenen bedevi;

“–Rasûlullah’ın halifesisin diye sana gelip soru soruyorum, sen de başkasına soruyorsun!” dedi. Ebû Bekir (r.a) ona şu muazzam cevabı verdi:

“–Sen Allah Teâlâ’nın «Ey iman edenler! İhramlı iken avı öldürmeyin! İçinizden kim onu kasten öldürürse öldürdüğü hayvanın misli bir ceza vardır. (Buna) Kâbe’ye varacak bir kurban olmak üzere içinizden adalet sahibi iki kişi hükmeder (öldürülen avın dengini takdir eder)…”[181] sözünü hatırlamıyor musun? Arkadaşımla istişare ediyorum. Bir şey üzerinde ittifak ettiğimizde onu sana söyleriz.”[182] Hz. Ebû Bekir âyette iki kişinin hükmetmesi emredildiği için Übeyy (r.a)’e sormuştur.

Kaynaklarımızda “Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler”[183] âyeti tefsir edilirken Hz. Ebû Bekir’in namaz esnasındaki huşû halinden bahsedilir ve onun sanki bir direk gibi dümdüz ve hareketsiz durduğu nakledilir.[184] Ondan ilim ve amel öğrenen talebelerinin namazları da bu şekilde takdirle yâd edilmiştir.[185] Yani Hz. Ebû Bekir (r.a) yukarıdaki âyeti en güzel şekilde yaşayıp hayatına tatbik etmiş ki talebeleri de namazlarını herkesin gıpta edeceği şekilde kılabilmişlerdir.

Hz. Ömer (r.a) Ebû Ümeyye diye künyelenen bir kölesiyle mükâtebe yapmıştı. Köle, vakti gelince ilk taksidini getirdi. Hz. Ömer (r.a):

“‒Ey Ebû Ümeyye! Git bu parayla hürriyet bedelini kazan!” buyurdu. Kendisine:

“‒Ey Mü’minlerin Emîri! Son taksidi ödeyince serbest bıraksaydınız!” denildi. Hz. Ömer (r.a):

“‒O vakte ulaşamam diye korkuyorum. Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: «…Ellerinizin altında bulunanlardan (köleler ve câriyelerden) mükâtebe yapmak isteyenlerle, eğer kendilerinde bir hayır (kabiliyet ve güvenilirlik) görüyorsanız, hemen mükâtebe yapın! Allah’ın size vermiş olduğu malından siz de onlara verin…» (en-Nûr 24/33)”[186]

Burada Hz. Ömer’in, âyet-i kerimedeki emri yerine getirmek için ne kadar hassas davrandığını görüyoruz. Yine buna benzer bir hâdiseyi Abdullah bin Abbâs (r.a) şöyle anlatır: Uyeyne bin Hısn, Medîne’ye geldi ve yeğeni Hur bin Kays’a misâfir oldu. Hur bin Kays, Hz. Ömer’in istişâre heyetinden idi. Zâten genç olsun yaşlı olsun bütün âlimler (Kurrâ) Hz. Ömer’in danışma meclisinde bulunurlardı. Bu sebeple Uyeyne, yeğeni Hur bin Kays’a:

“–Yeğenim, senin devlet başkanı yanında îtibârın yüksektir. Beni kendisiyle görüştür” dedi. Hur (r.a), Hz. Ömer’den izin aldı. Uyeyne, Hz. Ömer’in yanına girince:

“–Ey Hattâb oğlu! Allah’a yemin ederim ki, bize fazla bir şey vermiyorsun. Aramızda adâletle de hükmetmiyorsun” dedi. Hz. Ömer hiddetlendi. Uyeyne’ye cezâ vermek istedi. Bunu sezen Hur:

“–Ey mü’minlerin emîri! Allah, peygamberine, “Af yolunu tut, iyiliği emret, câhillerden yüz çevir!”[187] buyurdu. Benim amcam da câhillerdendir” dedi. Allah’a yemin ederim ki, Hur bu âyeti okuyunca Ömer (r.a), âyetin sınırını kesinlikle aşmadı. (Uyeyne’yi cezâlandırmaktan derhâl vazgeçti.) Zâten Ömer (r.a), Allah’ın kitâbına son derece bağlı idi.[188]

Bu rivayetin son cümlesinde İbn Abbâs (r.a) “وَكَانَ وَقَّافًا عِنْدَ كِتَابِ اللهِ” ifadesini kullanmıştır. Mübâlağa sîgasında gelen “vakkâf” kelimesi, Hz. Ömer’in ve diğer sahabenin Kur’ân’ın hükümleri karşısındaki durumunu çok güzel tasvîr etmektedir. Yani onlar Allah’ın bir âyetini işittiklerinde hemen onun hükmüne boyun eğer, onun çizdiği sınırda durur, kesinlikle ileri geçmezlerdi. Bu konuda çok hassas davranırlardı.

Enes (r.a) şöyle anlatır: Ebû Talha’nın evinde insanlara sâkîlik yaptığım, yâni kadehlerini doldurduğum bir esnâda içki haram kılınmıştı. Allah Rasûlü (s.a.v) bir münâdîye emretmiş, o da insanlara bu yasağı duyurmuştu. Biz evdeyken münâdînin sesini işittik. Ebû Talha:

“–Çık da bir bakıver, şu ses neyin nesidir?” dedi. Çıkıp baktım ve:

“–Bir münâdî: «Dikkat, dikkat; içki haram kılınmıştır!» diye nidâ ediyor” dedim. Bana:

“–Öyleyse git ve bütün içkileri dök!” dedi. O andan itibâren Medîne sokaklarından içki aktı.[189]

“Ey îmân edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinden fazla yükseltmeyin!..”[190] âyeti nâzil olunca Sâbit bin Kays (r.a) evinde oturup ağlamaya başlamıştı. Rasûlullah (s.a.v) Sâbit’i bir müddet göremeyince nerede olduğunu sordular. Orada bulunanlardan biri:

“–Ey Allah’ın Rasûlü! Ben onun yerini biliyorum!” dedi ve hemen gidip onu evinde oturmuş, başı önünde ağlıyor vaziyette buldu.

“–Neyin var, (niye ağlıyorsun)?” diye sordu. O da:

“–(Sorma), şer var! Sesim, Rasûlullah (s.a.v)’in sesinin üstüne çıkıyordu, bütün amellerim boşa gitti, cehennemlik oldum” cevâbını verdi. Sahâbî, Sâbit’in bu sözlerini Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e haber verdi. Efendimiz (s.a.v):

“–Ona git ve söyle, sen cehennemlik değil, bilâkis cennetliksin!” buyurdular.[191]

Bu âyetin nüzûlünden sonra Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer (r.a), Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in huzûrunda konuştukları zaman seslerini o kadar kısarlardı ki, Rasûlullah (s.a.v) ne söylediklerini işitemez, sözlerini tekrar ettirmek durumunda kalırlardı.[192]

“Mü’minlerden oturanlarla malları ve canlarıyle Allah yolunda cihad edenler bir olmaz…”[193] âyeti nâzil olmuş, Allah Rasûlü (s.a.v) onu Zeyd ibn-i Sâbit’e yazdırıyorlardı. Âmâ sahâbî İbn Ümmi Mektûm çıkageldi. “Yâ Rasûlallah, eğer cihada güç yetirebilseydim mutlaka cihâd ederdim!” dedi. Bunun üzerine âyetin “özür sahibi olanlar dışında” kısmı nâzil oldu.[194] Ama o sahâbî yine kendini tutamadı. Kılıç sallayamazsam bayrak tutarım, hem görmediğim için daha cesur olurum diye Kâdisiye harbine katıldı. Nitekim Enes (r.a): “Ben Abdullah bin İbn-i Ümmi Mektûm’u Kâdisiye günü bineğin sırtında, üzerinde zırh ve elinde siyah bir sancak­la gördüm” demiştir.[195]

Nûr sûresinin 30 ve 31. âyetleri nâzil olarak kadınların örtünmesi emredilince mesciddeki hanım sahâbîler, evlerine gitmeyi beklemeden hemen orada elbiselerinin fazla kısımlarını keserek başlarını ve yakalarını emre uygun şekilde örtmüşlerdir.[196] Erkekler de evlerine dönüp hanımlarına, kızlarına, kızkardeşlerine ve bütün arkabalarına bu âyetleri okudular. Bunun üzerine bütün kadınlar, baştan aşağıya güzelce örtündüler. Böylece Allah Teâlâ’nın indirmiş olduğu hükümleri derhal tasdik ettiklerini ve onlara gönülden inandıklarını gösterdiler. Sabah namazında Allah Rasûlü’nün arkasında güzelce örtünmüş olarak safa durdular. Takındıkları siyah örtüleri sebebiyle sanki başlarının üzerinde kargalar varmış gibi görünüyordu.[197]

5.3. Ehlullâh’ın Kur’ân’ı Yaşaması
Bazı insanlar Allah ve Rasûlü’ne itaat husûsunda daha hassas davranarak Allah’a yaklaşmış ve onun sevgili kulu olmuşlardır. Onların en mühim vasfı Allah’ın kitabındaki emir ve yasaklara titiz bir şekilde uymaktır. Bu insanlardan biri olan Fudayl bin Iyâz (r.a) bir defasında:

“Kur’ân kendisiyle amel edilsin diye indirildi. İnsanlar ise onun sadece okunmasını amel edindiler!” demişti. Bunun üzerine kendisine:

“–Kur’ân ile nasıl amel edilir?” diye soruldu. Hazret şu cevâbı verdi:

“–Helâl kıldığı şeyleri helâl, haram kıldığı şeyleri haram kabul edip onları hayata tatbik etmek, emirlerine tâbî olmak, yasaklarından kaçınmak ve hayranlık verici ifâdeleri üzerinde tefekküre dalmakla olur.”[198]

Allah dostu dediğimiz bu insanların Kur’ân’ı yaşamalarına dâir birkaç misal verelim: Câfer-i Sâdık Hazretleri’nin bir kölesi vardı. O, ibrikten su döküyor, Hazret de leğende ellerini yıkıyordu. Birden su elbisesine sıçradı. Câfer-i Sâdık (r.a) köleye biraz kızarak baktı. Bunun üzerine köle:

“–Efendim, Kur’ân-ı Kerîm’de «وَالْكَاظِم۪ينَ الْغَيْظَ / Öfkelerini yutanlar»[199] Allah’ın mağfireti ve cennetle müjdeleniyor” dedi. O zaman Câfer-i Sâdık Hazretleri:

“–Öfkemi yuttum!” dedi. Köle âyetin devâmını okudu:

“–وَالْعَاف۪ينَ عَنِ النَّاسِ: İnsanları affedenler.”

Câfer Hazretleri:

“–Haydi, seni affettim” dedi. Köle yine âyetin devamını okudu:

“–وَاللّٰهُ يُحِبُّ الْمُحْسِن۪ينَ: Allah ihsanda bulunan, iyilik eden kimseleri sever!”

Bunun üzerine Câfer-i Sâdık (r.a):

“–Haydi, git, sen Allah Teâlâ’nın rızâsı için artık hürsün! Şu bin dinar para da senin!” buyurdu.[200]

Yine Câfer-i Sâdık (r.a) şöyle buyurmuştur: “Kendisinde hoşlanacağı bir şey gördüğünde «مَا شَٓاءَ اللّٰهُ لَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ» demeyen kişiye şaşarım. Zira Cenâb-ı Hak; «Bağına girdiğinde “Allah’ın dilediği olur, kuvvet yalnızca Allah’a âittir.” deseydin ya!..»[201] buyuruyor.”[202]

“Bir gam ve kedere müptelâ olup da;

«...Yâ Rabbî Sen’den başka ilâh yoktur, seni tenzîh ederim. Şüphe yok ki ben zâlimlerden oldum!»[203] demeyen kişiye şaşarım!”[204]

“Bir topluluktan korkup da; «حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ» demeyen kişiye şaşarım! Zira Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

«Bir kısım insanlar, mü’minlere: “Düşmanlarınız, size karşı asker topladılar; aman sakının onlardan!” dediklerinde bu, onların îmanlarını bir kat daha artırdı ve “Allah bize yeter. O ne güzel vekîldir!” dediler.» (Âl-i İmrân 3/173)”[205]

Bâyezîd-i Bistâmî (r.a) küçük yaşta Kur’ân-ı Kerîm okumaya başlamıştı. “Ey örtünüp bürünen! Birazı hâriç, geceleri kalk namaz kıl!”[206] âyet-i kerîmesine gelince babasına:

“–Babacığım, Cenâb-ı Hak burada kime hitâb ediyor?” diye sordu. O da:

“–Yavrucuğum, Cenâb-ı Hak burada Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i kastediyor. Rabbimiz daha sonra bu hükmü hafifletti.” dedi.

Bâyezîd okumaya devam edince; “(Rasûlüm!) Senin, gecenin üçte ikisine yakın kısmını, yarısını ve üçte birini ayakta ibadetle geçirdiğini ve beraberinde bulunanlardan bir topluluğun da (böyle yaptığını) Rabbin elbette biliyor…”[207] âyet-i kerîmesine geldi:

“–Babacığım, ben gece ibadete kalkan bir grup insandan bahsedildiğini işitiyorum!” dedi. Babası:

“–Evet, yavrum, onlar Rasûlullah (s.a.v)’in ashâbıdır” dedi. Bunun üzerine Bâyezîd (r.a):

“–Babacığım, Rasûlullah (s.a.v) ve ashâbının yaptığı bir şeyi terk etmekte ne hayır olabilir ki?!” dedi.

O günden sonra babası gecelerini ibadetle geçirmeye başladı. Bir gece Bâyezîd (r.a) uyandı ve:

“–Babacığım, bana da namazı tâlim et ki seninle birlikte namaz kılayım!” dedi. Babası:

“–Uyu, sen daha küçüksün!” dedi. Bu anlayışı doğru bulmayan akıllı Bâyezîd (r.a), şu hakikati hatırlatarak babasını iknâ etmeye çalıştı:

“–Babacığım, kıyâmet günü insanlar amellerini görmek için mezarlarından fırlayıp bölük bölük huzûr-i ilâhîye vardıkları zaman,[208] Rabbim bana;

«–Dünya hayatında ne amel işledin ey kulum?» diye sorduğunda ben de:

«–Ey Rabbim! Babama; “Bana namazı öğret, seninle birlikte namaz kılayım!” dedim, o ise bana “Uyu, sen daha küçüksün!” dedi» diyeceğim.”

Bunun üzerine babası:

“–Hayır, vallahi böyle söylemeni istemem!” dedi ve oğluna namazı tâlim etti. Bundan sonra Bâyezîd (r.a) de çocuk yaşında geceleri hep kalkar ve teheccüd namazı kılardı.[209]

Annesi Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerini mektebe göndermişti. Ders işlerken “...Bana ve ana-babana şükret!..”[210] âyet-i kerîmesine geldiklerinde, Bâyezîd (r.a) hocasından bu âyetin îzâhını istedi. Yapılan tefsîr onu derinden sarstı. Kalemi-defteri bıraktı, izin alıp koşa koşa eve geldi ve kendisini annesinin kollarına attı. Hem ağlıyor, hem de:

“–Ne olur anneciğim!” diye yalvarıyordu. Annesi bu duruma şaşırdı:

“–Ne oldu yavrum?” diye sordu. Bâyezîd (r.a) şöyle dedi:

“–Bir şey olmadı anneciğim! Bugün bir âyet-i kerîme dinledim. Allah Teâlâ bu âyette hem kendisine hem de sana hizmet etmemi istiyor. Çok müteessir oldum! Ben iki evde nasıl hizmetçilik yapayım? Buna benim gücüm yeter mi? Ya hizmette kusur edersem! Anneciğim, Cenâb-ı Hakk’a duâ et, bütün zamanımı sana hizmete vereyim ya da beni Yüce Rabbime bağışla, hep O’na ibadet edeyim!”

Oğlunun bu hâline çok sevinen annesi:

“–Evlâdım, dâimâ hizmetinde bulunman için seni Allah’a adadım ve kendi hakkımı helâl ettim” dedi.[211]

Bâyezid-i Bistâmî hazretleri tabiî ki hem ibadet edecek hem de anne-babasının hizmetini görecekti. Ancak bu esnâda vâlideynine karşı vâkî olacak kusurlarını peşinen affettirerek kendisini rahatlatıyordu.

Şâh-ı Nakşibend (r.a) Buhâralı âlimlere:

“–Ey ulemâ-yı kirâm topluluğu! Şerîat yolunda biz size bağlıyız ve sizin peşinizden gideriz. Sizler Fahr-i Âlem (s.a.v) Efendimiz’den ne nakleder ve beyan buyurursanız, biz ona tâbî oluruz. Eğer bizim yolumuzda Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in Sünnet-i Seniyye’sine muhâlif bir şey varsa bize gösterin, onu terk edelim. “...Eğer bilmiyorsanız ehl-i zikre sorunuz!”[212] âyet-i kerîmesi mûcibince bizi îkâz edin, hidâyet yolunda mıyız, yoksa değil miyiz haber verin!” demişti. Âlimlerin tamamı:

“–Biz sizin yolunuzu etraflıca araştırdık. Sünnet-i Seniyye’ye uymayan bir şey yoktur” diye cevap verdiler.[213]

Ubeydullah Ahrâr Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Hâcegân yolunda halvet der-encümen (halk içinde Hak ile olmak) esastır. Bu yüce tâife, yollarını bu esas üzerine binâ etmişlerdir. Bu kâide; “Öyle erler vardır ki onları ne ticaret ne de alışveriş Allah’ın zikrinden alıkoyabilir…”[214] âyetinin saâdet dolu mânâsından çıkarılmıştır.”[215]

İmâm-ı Rabbânî (r.a):

“Teheccüd namazını çok kıymetli tut! Şefâat makâmı olan Makâm-ı Mahmûd’dan nasîb almak isteyenler, teheccüd namazını hiç kaçırmasınlar!” buyurur sonra da şu âyet-i kerîmeyi okurdu:

“Gecenin bir kısmında, sadece sana mahsus bir fazlalık olmak üzere teheccüde kalk, (Kur’ân, namaz ve zikirle meşgul ol)! Umulur ki Rabbin seni Makâm-ı Mahmûd’a eriştirir.” (el-İsrâ 17/79)[216]

O büyük insanlar, arzettiğimiz misallerde görüldüğü üzere Kur’ân’ı ve onun tefsiri olan sünneti hassas bir şekilde yaşadıkları için Allah’ın sâlih kulu olmuşlardı.

Kur’ân istikâmetinde bir hayat yaşamak, her mü’minin vazifesidir. Aksi hâlde âhirette Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in şefâatini beklerken onun Rabbine ümmetini şikâyet ettiğini görürüz ki bu da ne büyük bir hüsrândır. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:

“Rasûl der ki: Ey Rabbim! Kavmim bu Kur’ân’ı büsbütün terk etti.” (el-Furkân 25/30)

Müfessirlerin beyanına göre Kur’ân’ın terkedilmesinden maksat şunlardır:

Kur’ân okurken gürültü yapmak, onu dinlememek,
Kur’ân ilimlerini öğrenmeyi, onu ezberlemeyi ve muhafaza etmeyi terk etmek,
Kur’ân’a iman etmeyi ve onu tasdik etmeyi terk etmek,
Kur’ân’ı tedebbür ve tefekkür etmeyi, manalarını anlamayı terk etmek,
Kur’ân’la amel etmeyi, emirlerine ve nehiylerine uymayı terk etmek,
Kur’ân’ı bırakıp şiir, şarkı, türkü, eğlence gibi şeylere, başkalarına ait sözlere ve başkalarının yollarına yönelmek.[217]
İşte âhirette bu büyük şikâyetle karşı karşıya kalmamak için Kur’ân-ı Kerîm’i mahrecine, tecvîdine riâyetle bol bol tilâvet etmeye, mânâlarını anlayıp üzerinde tefekkür etmeye ve hükümlerini büyük bir heyecanla yaşamaya gayret etmeliyiz.

6. Kur’ân’ı Anlamak ve Yaşamak Ancak Sünnet’le Mümkündür
Allah Teâlâ, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafâ’yı (s.a.v) insanlığı irşad edip doğru yola çağırması için son elçisi olarak vazifelendirmiştir. Bunu bize şu âyetlerde haber verir:

“Yâ-sîn. Hikmet dolu Kur’ân’a andolsun ki, sen kesinlikle dosdoğru bir yolda yürümek üzere gönderilmiş peygamberlerden birisin.” (Yâsîn 36/1-4)

“Muhammed Allah’ın rasûlüdür.” (el-Fetih 48/29)

Allah Teâlâ, Muhammed (a.s)’ı, başta iman edenler[218] olmak üzere bütün âlemlere olan rahmeti sebebiyle ve o bütün âlemlere rahmet olsun diye gönderdiğini bildirmektedir:

“Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (el-Enbiyâ 21/107)

O, kendisine tabi olan, getirdiği hidayetle doğru yolu bulan, Rabbinin katından getirdiği şeyleri tasdik eden kimseler için hem dünyada hem de âhirette bir rahmettir. Zira Allah bu insanları onunla hem önceki kavimlerin başına gelen dünyevî azaplardan hem de dalaletten kurtarmış ve ona ittiba etmeleri sebebiyle kendilerini cennetlerine koyacağını vaad etmiştir.[219] Rasûlullah (s.a.v) kâfirler için bile rahmettir. Her ne kadar âhirette ondan istifade edemeseler de dünyada, peygamberlerini yalanlayan önceki kavimlere âcilen isabet eden yere batırılma, gökten üzerlerine taş yağması gibi toplu belâlardan korunmuşlardır.[220]

Allah Teâlâ, Rasûlü’nü bilhassa mü’minlere çok düşkün, çok şefkâtli ve merhametli kılmıştır:

“Andolsun, size içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir, size çok düşkündür, mü’minlere karşı şefkat ve merhamet doludur.” (et-Tevbe 9/128)

Yüce Rabbimiz onu kıyâmete kadar gelecek tüm insanlığa peygamber yapmış ve bizlere ona inanmayı, itaat ve ittiba etmeyi farz kılmıştır.[221] Kendisini sevmeyi de ona ittibaya bağlamıştır:

“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir. De ki: Allah’a ve Rasûle itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” (Âl-i İmrân 3/31-32)

Cenâb-ı Hak, Rasûlü’ne itaati kendisine itaat saymıştır:

“Rasûl’e itaat eden Allah’a itaat etmiş olur, yüz çevirenlere gelince seni onlara bekçi olarak göndermedik.” (en-Nisâ 4/80)

Allah Teâlâ pekçok âyette Rasûlü’ne itaat ve ittibâyı bilhassa vurgular ki bunların birinde şöyle buyurur:

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ülü’l-emre (âlimlere, idarecilere) de itaat edin. Eğer Allah’a ve âhiret gününe gerçekten inanıyorsanız, hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz bir meseleyi hemen Allah’a ve Peygamber’e götürün. Böyle yapmanız, elde edilecek sonuç bakımından hem daha hayırlı ve hem de en güzelidir.” (en-Nisâ 4/59)

Allah’a itaat etmek, O’nun vahiyle bildirdiği emir ve hükümlerine itaat etmek demektir. Peygambere itaat ise onun hadislerine ve sünnetine uymayı gerektirir. Âyette “itaat edin” emrinin hem Allah, hem de Rasûlü için tekrar edilmesi bunu açıkça gösterir. Zâten Rasûlullah (s.a.v) de Kur’ân’da yer almayan hususların çoğunda yine Allah’tan aldığı sünnet vahyi istikametinde hareket ediyor, kendi ictihadıyla yaptığı işler ve açıklamalar ise ilâhî kontrol altında bulunuyordu. Kendi ictihadıyla verdiği hükümler isabetli ise ilâhî tasdike mazhar oluyor, hatalı ise derhal düzeltiliyordu. Kur’ân ve sünnette bunun pek çok örneği yer alır. Zira bir peygamberin hata üzere bırakılması hikmete uygun değildir. Bu durumda hem Kur’ân hem de sünnette yer alan hükümlerin hepsinin de ilahî kaynaklı olduğunu, Allah Rasûlü’nün kendi görüşlerinin de en azından Allah’ın tasdikine mazhar olduğunu söylememiz mümkündür. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Rasûlüm! Doğrusu biz, ilâhî gerçekleri ortaya koyan bu kitabı sana, insanlar arasında Allah’ın gösterdiği şekilde hüküm veresin diye indirdik.” (en-Nisâ 4/105)

Yani Rasûlullah (s.a.v) Kur’ân’ı Allah’ın kendisine öğrettiği şekilde tefsir etmiştir. Bu sebeple Allah (c.c), onun verdiği hükümleri içimizde hiçbir sıkıntı hissetmeden tam bir teslimiyetle kabul etmemizi emreder:

“Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın onu kabullenmedikçe ve boyun eğip teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” (en-Nisâ 4/65)

“Aralarında hüküm vermesi için Allah’a ve Rasûlü’ne çağrıldıkları zaman mü’minlerin yegâne sözü ancak: «Baş üstüne! İşittik ve itaat ettik» şeklinde olur. İşte kurtuluşa erecek olanlar, yalnız bunlardır.” (en-Nûr 24/51)

“Bir mü’min erkek veya bir mü’min kadının, Allah ve Rasûlü bir emir ve hüküm verdiklerinde artık işlerinde bundan başkasını seçme hakları olamaz. Allah’ın ve Rasûlünün emrine itaat etmeyenler doğru yoldan açıkça sapmışlardır.” (el-Ahzâb 33/36)

Allah Teâlâ, insanların, Allah ve Rasûlü’nün önüne geçmelerinin ve elçisine karşı saygıda kusur etmelerinin son derece tehlikeli olduğunu bildirmiş ve şöyle buyurmuştur:

“Ey iman edenler! Allah ve Rasûlü’nün önüne geçmeyin, Allah’a itaatsizlikten sakının! Şüphesiz Allah her şeyi işitmekte ve bilmektedir. Ey iman edenler! Seslerinizi peygamberin sesinden fazla çıkarmayın, birbirinize bağırdığınız gibi ona bağırmayın; sonra farkında olmadan amelleriniz boşa gider.” (el-Hucurât 40/1-2)

Ona saygısızlık etmek bu kadar tehlikeli ise muhalefet etmek, emirlerine karşı gelmek kim bilir insanı hangi uçurumlara sürükler. Yüce Rabbimiz şöyle îkâz eder:

 “Rasûlün çağrısını aranızda, birinizin diğerini çağırması gibi görmeyin. Aranızdan gizlice sıvışıp gidenleri Allah elbette bilir. Onun emrine aykırı davrananlar başlarına ya bir belânın gelmesinden yahut can yakan bir cezaya çarpılmaktan korksunlar!” (en-Nûr 24/63)

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in en mühim vazifesi kendisine gelen vahyi derhal okuyup tebliğ etmek, gerektiğinde tefsir ve beyân etmek, emrolunduğu şekilde istikâmet üzere amel etmek ve yaşamaktı. Şimdi bunları maddeler hâlinde biraz açalım:

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in Kur’ân-ı Kerîm’le ilgili birinci vazifesi onu okuyup insanlara tebliğ etmekti. Allah Teâlâ ona şöyle buyurmuştur:
“Rabbinin kitabından sana vahyedileni oku! Onun kelimelerini değiştirecek hiç kimse yoktur. Ondan başka bir sığınak da bulamazsın.” (el-Kehf 18/27)[222]

“Ey peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan O’nun mesajını iletmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphe yok ki Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.” (el-Mâide 5/67)

Allah Rasûlü’nün ikinci vazifesi anlamı kapalı olan ve açıklamaya ihtiyacı olan âyetlerin mânâlarını beyân etmekti:
“O peygamberleri apaçık delillerle ve kutsal metinlerle gönderdik. İnsanlara indirdiklerimizi kendilerine açıklaman için ve (ola ki üzerinde) düşünürler diye sana da uyarıcı kitabı indirdik.” (en-Nahl 14/44)

“Vahyi tam alma telâşı yüzünden dilini kımıldatma. Onu zihninde toplayıp okumanı sağlama işi bize aittir. O halde onu okuduğumuz zaman sen onun okunuşunu takip et. Sonra onu açıklamak da elbette bize aittir.” (el-Kıyâme 75/16-19)

Kur’ân-ı Kerîm’i, sadece metnini veya mealini okuyarak anlayamayız. O, 23 senede peyderpey indirilmiştir. Bir kısım âyetleri muhtelif hâdiseler sebebiyle nâzil olmuştur. Bu âyetleri anlayabilmek için bu hâdiseleri bilmek gerekir. Nüzul sebebi bilinmeyen âyetleri anlayabilmek için de yine nüzul ortamını, o dönemde kullanılan Arap dilini, başta sünnet ve siyer olmak üzere söz konusu dönemin tarihî, coğrafî ve kültürel yapısını bilmek lâzımdır. Sahabe-i kiram anladığı için Allah Rasûlü’nün tefsir etmediği, ancak bugün biz okuduğumuzda anlayamadığımız birçok âyet vardır. Bunları anlayabilmek için bizim Hadis, Sünnet, Siyer gibi ilimlere ve ashâb-ı kiramın hayatını bilmeye ihtiyacımız vardır. Zira Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ve ashâbı, Kur’ân’ı anladıkları gibi yaşamışlardır. Bu sebeple, sözlü olarak beyan etmedikleri hususları anlamak için onların hayatlarına bakmamız gerekir.

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in üçüncü vazifesi Kur’ân’ın ahkâmını fert, aile ve toplum hayatına tatbik etmekti:
“Rabbinden sana vahyedilene uy. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Ahzâb 33/2)

“Senin yanında hak yola dönenlerle birlikte, emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Bir de azıp sapmayın. Allah, yaptıklarınızı çok iyi görmektedir.” (Hûd 11/112)

Rasûlullah (s.a.v)’in bir vazifesi de Kur’ân-ı Kerîm’de hükmü açıklanmayan konularda yine vahye dayalı olarak İslâm’ın hükümlerini açıklamaktı. Yani o sünnet vahyi ile, Kur’ân’da olmayan hükümler ve bilgiler de getirmişti. Bunun bazı misalleri şunlardır:
- Bir kadının üzerine onun halası ve teyzesi nikâhlanamaz.[223]

- Mest üzerine mesh yapılabilir.[224]

- Hayızlı kadın tutamadığı oruçları kaza etmelidir, ama kılamadığı namazları kaza etmesine gerek yoktur.[225]

- Müslüman kâfire, kâfir de Müslümana mirasçı olamaz.[226]

Kur’ân-ı Kerîm’i en iyi anlayan kişi, hiç şüphesiz Rasûlullah (s.a.v) idi. Çünkü Kur’ân’ın mânâlarını ona öğreten Cenâb-ı Hak idi. O, Kur’ân’ı okumuş, anlamış, tebliğ ve tefsir etmiş ve yaşamıştır. Canlı bir Kur’ân olmuştur. Bu sebeple biz de Kur’ân’ı anlayıp yaşayabilmek için onun sözlerini, hayatını ve sünnetini bilmeye son derece muhtacız. Bunları tam olarak öğrenebilmek için ashâb-ı kirâmı da tanımaya ihtiyacımız var.

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in Kur’ân-ı Kerîm’i tefsiriyle ilgili birkaç misal verelim:

Kur’ân-ı Kerîm’de “salât”, “zekât”, “savm”, “hac” gibi ibadetler emredilmektedir. Bunların, bilinen lügat mânalarının yanında, geniş muhtevalı dinî anlamları da vardır. Bunları Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) söz ve fiilleriyle tefsir etmişlerdir. Buna “Mücmelin beyânı veya tafsili” denilir. Meselâ Rasûlullah (s.a.v);
Namazın nasıl kılınacağını,
Vakitlerini,
Rekât sayılarını,
Namazın farz ve vaciplerinin neler olduğunu,
Zekâtın nasıl, ne zaman ve ne miktarda verileceğini,
Orucun nasıl tutulacağını,
Orucu bozan şeyleri,
Haccın nasıl ifâ edileceğini
anlaşılabilir ve tatbik edilebilir bir şekilde beyan buyurmuştur. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v), “Benim namazı nasıl kıldığımı görüyorsanız siz de öyle kılın”[227]; “Haccın menâsikini benden alın”[228] buyurmuşlardır. Mâlum olduğu üzere Kur’ân’da bu ibadetler defalarca emredilir, ancak ne zaman, nasıl ve ne kadar yapılacağı bazı işaretler dışında açıkça öğretilmez. Bunların tafsilatlı beyânı Rasûlullah Efendimiz’e bırakılır.

Ashâb-ı kiramdan İmrân b. Husayn (r.a)’in bu konudaki açıklaması çok güzeldir. İmrân (r.a), Hz. Ömer zamanında Basra valisi olmuştu. Bir gün Müslümanlara sohbet ediyordu. Cemaatten biri, “Siz bize bazı hadisler okuyorsunuz, ama biz onları Kur’ân’da bulamıyoruz” dedi. İmrân (r.a) bu adamın sözüne kızdı ve ona, “Sen Kur’ân okudun mu?” diye sordu. Adam “Evet, okudum” dedi. Bunun üzerine İmrân (r.a):

“–Peki, sen Kur’ân’da akşam namazının farzının üç rekât, yatsı namazının farzının dört rekât, sabah namazının farzının iki rekât, öğle ve ikindi namazının farzlarının dörder rekât olduğunu gördün mü? Görmedin. Peki, siz bunları kimden öğrendiniz? Bizden öğrendiniz değil mi? İşte biz de bunları Allah Rasûlü’nden öğrendik” dedi.

İmrân b. Husayn (r.a) adama bir soru daha sordu: “Siz paranın ve koyunun kırkta birinin zekât olarak verileceğini Kur’ân-ı Kerîm’den mi öğrendiniz?” Adam “Hayır” dedi. İmrân (r.a) şöyle devam etti:

“–Peki, siz bunu kimden öğrendiniz? Bizden öğrendiniz değil mi? İşte biz de bunları Allah’ın Nebîsi’nden öğrendik.”

İmrân b. Husayn (r.a) konuşmasını şöyle sürdürdü: “Kullarım Kâbe’yi tavaf etsinler”[229] âyet-i kerimesini Kur’ân-ı Ker’im’de görüyorsunuz. Peki, tavafın yedi defa yapılacağını, tavaftan sonra Hz. İbrahim’in makamının arkasında iki rekât namaz kılınacağını Kur’ân-ı Ker’im’de bulabiliyor musunuz? Bulamıyorsunuz. Peki, siz bunları kimden öğrendiniz? Bizden öğrendiniz değil mi? İşte biz de bunları Rasûlullah’tan öğrendik.”

Sonunda o mecliste bulunan insanlar İmrân b. Husayn’e “Doğru söylüyorsun” diyerek hak verip teslimiyet gösterdiler.[230]

Bu misâlden açıkça anlaşılıyor ki Peygamber Efendimiz’in hadisi ve sünneti olmazsa Kur’ân-ı Kerim lâyıkıyla anlaşılıp uygulanamaz. Hadis ve sünneti terkeden Müslümanlar dinlerini yaşayamazlar.

Kur’ân-ı Kerîm’de kapalı, mânâsı anlaşılamayan bazı âyet-i kerîmeler vardır. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) âyetteki bu kapalı yönleri izah eder. Buna “Müşkilin tavzîhi” veya “Mübhemin tavzîhi” denilir. Meselâ:
“İman edip de imanlarına bir zulüm bulaştırmayanlar var ya, işte korkudan ve azaptan emniyet onlara aittir ve hidâyete erdirilmiş kimseler de onlardır”[231] âyeti inince bu müslümanlara çok ağır geldi ve:

“–Ey Allah’ın Rasûlü, bizden hangimiz nefsine zulmetmiyor ki?” dediler. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem (s.a.v) şöyle buyurdular:

"Haksızlık Karşısında Susan Dilsiz Şeytandır" sözü hadis midir? "Haksızlık Karşısında Susan Dilsiz Şeytandır" sözü hadis midir?

“–Burada kastedilen sizin zannettiğiniz zulüm değildir. Burada Lokman (a.s)’ın oğluna hitaben söylediği: «Evlâdım! Allah’a ortak koşma; çünkü şirk şüphesiz en büyük zulümdür»[232] sözündeki zulüm kastedilmiştir.”[233] Yani bu iki âyette “zulüm” kelimesi şirk anlamında kullanılmıştır. Ancak bu kelime her âyette ve hadiste aynı mânada kullanılmaz, yerine göre farklı mânalar kastedilir. Bu konuya çok dikkat etmek, dâimâ işin ehline sormak gerekir.

Kur’ân-ı Kerîm’de, aslında kesinlikle öyle olmadığı halde, zâhiren bakıldığında sanki birbirine zıt mânâ ifade ediyormuş gibi gözüken bir kısım âyet-i kerîmeler vardır. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), yaptığı açıklamalarla bunların arasını telif etmiş, zihinlere takılan soruları cevaplamışlardır. Meselâ mü’minlerin cennete gireceğini vaat eden pek çok âyet-i kerime vardır. Bununla birlikte;
“Hem sizden cehenneme uğramayacak hiçbir kimse yoktur. Bu, Rabbinin tatbikini kendi üzerine aldığı kesin bir hükümdür”[234] âyeti, mü’min-kâfir herkesin cehenneme uğrayacağını haber verir. Rasûlullah (s.a.v), âyette geçen “vürûd” kelimesinin “dühûl” yani “girmek” mânasında olduğunu; ancak ateşin Hz. İbrâhim’e serin ve selâmet olduğu gibi, mü’mine serin ve selâmet olacağını bildirdiler. Peşinden;

“Sonra takvâ sahiplerini kurtaracağız. Zâlimleri ise orada diz üstü çökmüş hâlde bırakacağız”[235] âyetini okudular.[236]

Aynı âyetin îzâhıyla ilgili diğer bir rivayet de şöyledir: Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bir gün Hz. Hafsa’nın yanında:

“–İnşaallah ağacın altında bey’at eden Ashâb-ı Şecere’den hiç kimse cehenneme girmeyecek!” buyurmuşlardı. Bu söz üzerine aklına bir soru takılan Hafsa vâlidemiz:

“–Peki, yâ Rasûlallah Cenâb-ı Hak: “İçinizden hiçbiri istisna edilmemek üzere mutlaka herkes cehenneme varacaktır”[237] buyuruyor. (Bu nasıl olacak?)” dedi. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v):

“–Allah Teâlâ şöyle de buyurdu” diyerek bir sonraki âyeti okudular: “Sonra müttakî olanları kurtarırız da zalimleri dizleri üstü bırakırız.” (Meryem 19/72)

Böylece buradaki “cehenneme varmak”tan maksadın sırattan geçerken cehennemin üzerinden hızla geçmek manasına geldiğini, yoksa içine girmek demek olmadığını îzâh etmiş oldular.[238] Bu izaha göre mü’minler cehennemde kalmayacak, üzerinden amellerinin durumuna göre kendilerine lütfedilen bir hızla geçip gidecekler ve onun sıcaklığını hissetmeyecekler, kâfirler ise orada kalacaklardır.

Kur’ân-ı Kerîm’de insanların kendi anlayış ve ictihadlarıyla sınırlandırılması mümkün olmayan hükümler vardır. Bunları görünen halleriyle uygulamak da zordur ve çok farklı tartışmalara yol açabilir. Neticede sıhhatli bir hükme de varılamaz. İşte Rasûlullah (s.a.v) yaptığı açıklamalarla bu buyruklara bir sınır getirmişlerdir. Buna “Mutlakın takyîdi” denilir. Meselâ âyet-i kerimede;
“Hırsızlık eden erkek ve kadının yaptıklarına karşılık bir ceza, Allah’tan bir ibret olarak ellerini kesin. Allah güçlüdür, hikmet sahibidir”[239] buyrularak hırsızın elinin kesilmesi emredilmiştir. Fakat burada;

Sağ elin mi sol elin mi kesileceği,
Omuzdan mı, dirsekten mi, bilekten mi, el ayasından mı kesileceği söylenmemiştir. Yani kesme fiiline bir sınır getirilmemiştir.
Ayrıca el kesmek için ne kadar malın, nereden ve ne şekilde çalınması gerektiği de bildirilmemiştir.
İşte Allah Rasûlü (s.a.v) hadis-i şerifleriyle bu konulara açıklık getirmiş ve “sağ elin bilekten itibaren kesileceğini” haber vermişlerdir.[240]

Kur’ân-ı Kerîm’de bazı umûmî hükümler vardır. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bu hükümleri belirgin hâle getirir. Buna “Âmmın tahsîsi” denir. Meselâ âyet-i kerimede; “Kesilmeden ölen murdar hayvan size haram kılındı”[241] buyrulur. Acaba kesilmeden ölen bütün hayvanların eti haram mıdır, yoksa bunun istisnası var mıdır? Rasûlullah (s.a.v) balığı bu hükmün dışında tutar ve “balığın ölüsünün helâl olduğunu” bildirir.[242]
Allah Rasûlü (s.a.v), bazen âyet-i kerimelerde anlaşılması zor olan kapalı kelimeleri tefsir eder. Nitekim:
“Güzel işler yapanlara daha güzel bir karşılık (hüsnâ), bir de ziyâde’si vardır…”[243] âyetindeki “hüsnâ”yı cennet, “ziyâde”yi ise rü’yetullah (Allah Teâlâ’nın cemâlini seyretmek) olarak şöyle tefsir etmişlerdir:

“Cennet ehli Cennet’e girince Allah Tebâreke ve Teâlâ onlara:

«‒Size artırmamı istediğiniz başka bir nîmet var mı?» diye sorar. Onlar:

«‒Yâ Rabbi! Yüzümüzü ak etmedin mi? Bizi Cennet’e koyup Cehennem’den kurtarmadın mı, (daha ne isteyelim)?!» derler.

İşte o zaman Allah Teâlâ perdeyi kaldırır (ve Cemâlullâh’ı seyrederler). Onlara, Rab’lerine bakmaktan daha sevimli bir nîmet verilmemiştir.”

Bir rivayete göre de Efendimiz bu açıklamasının ardından: “Güzel işler yapanlara daha güzel bir karşılık (hüsnâ), bir de ziyâde’si vardır” âyetini okumuşlardır.[244]

Yine Rasûlullah (s.a.v):

“Hayır! Doğrusu onların yaptıkları günahlar, kalpleri üzerinde pas tutmuştur”[245] âyetini şöyle tefsir etmişlerdir:

“Kul bir günah işlediği zaman kalbine siyah bir nokta vurulur. Şâyet o günâhı terk edip istiğfâra sarılarak tevbeye yönelirse kalbi cilâlanır. Böyle yapmaz da tekrar günahlara dönerse, siyah noktalar artırılır ve neticede bütün kalbini kaplar. İşte Hak Teâlâ Hazretleri’nin «Hayır! Doğrusu onların yaptıkları günahlar, kalpleri üzerinde pas tutmuştur» diye zikrettiği durum budur.”[246]

Nebiyy-i Ekrem Efendimiz (s.a.v), bazen tilâvet buyurduğu âyetlerin mânalarını tekit edecek izahlarda bulunurlardı. Nitekim:
“Kadınlarla hoşça ve güzelce geçinin”[247] âyetinin mânasını tekit babında şöyle buyururlar:

“Ey insanlar! Kadınların haklarına riâyet edin! Onlara şefkat ve sevgi ile muâmele edin! Onlar hakkında Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim…”[248]

Rasûl-i Ekrem Efendimiz (s.a.v), bazen de âyetten kastedilen maksadı tayin ederlerdi. Nitekim:
“İman edip sâlih ameller işleyenler için Rahmân olan Allah, gönüllerde bir sevgi yaratacaktır”[249] âyetini şöyle izah buyurmuşlardı:

“Yüce Allah bir kulu sevdi mi, Cibril’e: «Ben filânı sevdim, sen de onu sev» diye nidâ eder. Bunun üzerine o da semâda nidâ eder. Son­ra ona olan sevgi yeryüzündekiler arasına kadar iner. İşte yüce Allah’ın: «Onlar için Rahman gönüllerde bir sevgi yaratacaktır» buyruğu bunu anlatır.”[250]

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in Kur’ân-ı Kerîm’in tefsirine dair açıklamaları çoktur. Bunları konuyla ilgili kaynaklarımızda görebiliriz. Meselâ Taberî’nin Câmiu’l-beyân ve İbn Kesir’in Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm isimli tefsirlerine bakabiliriz. Zikrettiğimiz misallerden anlaşıldığı üzere Kur’ân-ı Kerîm’in doğru bir şekilde anlaşılması, murâd-ı ilâhînin tespiti ve bunlara uygun olarak istikâmet üzere bir kulluk ancak Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in hadis ve sünneti ile mümkün olabilir. Bunlar olmadan ne Kur’ân-ı Kerîm’i doğru anlamak ne de İslam’ı istikâmet üzere yaşamak mümkün değildir.[251]

7. Kur’ân Eğitimine Ehemmiyet Vermek
İnsan için eğitim çok mühimdir. Faydalı alışkanlık ve kâbiliyetleri hep eğitimle kazanır. Kur’ân-ı Kerîm gibi ebedî saadeti kazandıran büyük bir kitaptan hakkıyla istifade edebilmesi için de onun eğitimini alması gerekmektedir. İnsanlar kendi hâllerine bırakıldıklarında Kur’ân’ın ehemmiyetini idrak edemeyebilir veya hakikatlerine eremezler de büyük bir hayırdan mahrum kalırlar. Bu sebeple Allah Rasûlü (s.a.v) yanında bulunan ashâbının ve kendisine gelen heyetlerin Kur’ân ve Sünnet’i öğrenmeleri husûsuna çok ehemmiyet verirlerdi. Müsait olurlarsa bizzat kendileri ilgilenir, bir işle meşgul iseler ashâbından ehil olanları bu mühim vazifeye vekîl tâyin ederlerdi.[252] Medîne’ye gelen heyetler geri dönerken onlardan, burada öğrendikleri şeyleri memleketlerinde öğretmelerini isterlerdi.[253] Umeyr bin Vehb, Medîne’ye gelip, gördüğü bir mûcize karşısında müslüman olduğunda Rasûlullah (s.a.v) ashâbına:

“–Kardeşinize dînini iyice anlatınız! Kendisine Kur’ân okuyup öğretiniz!..” buyurmuşlardı.[254]

İbn-i Mes’ûd (r.a) şöyle demiştir:

“Kendisinden başka ilâh olmayan Allah’a yemîn ederim, Allah’ın kitâbından hiçbir sûre indirilmemiştir ki ben onun nerede nâzil olduğunu bilmeyeyim. Yine Allah’ın kitâbından hiç bir âyet indirilmemiştir ki ben onun kimin hakkında nâzil olduğunu bilmeyeyim. Bir kimsenin Allah’ın kitâbını benden daha iyi bildiğini duysam ve deveyle ona ulaşmak da mümkün olsa, hiç durmaz hemen yola düşerim.”[255]

Rasûlullah (s.a.v) Vedâ Haccı esnâsında:

“‒Ey insanlar! İlim sizden alınmadan ve ortadan kaldırılmadan evvel ondan nasîbinizi alınız!” buyurmuşlardı… Bir bedevî şöyle sordu:

“‒Yâ NebiyyAllah! İlim bizden nasıl kaldırılır? Ellerimizde Mushaf nüshaları mevcut, onu bütün muhtevâsıyla öğrendik, kadınlarımıza, çoluk çocuğumuza ve hizmetçilerimize de öğrettik…”[256]

Sahâbînin bu suali bize, ashâb-ı kirâmın Kur’ân-ı Kerîm’i yazma, öğrenme ve öğretme gayretlerinin ne safhada olduğunu göstermektedir. Üstelik bir de bu sahâbî şehirde yaşayan biri değil, dağlarda ve çöllerde çobanlık yapan, zor şartlarda hayat süren bir insan. Buna rağmen Kur’ân-ı Kerîm’i âilelerinden sonra hizmetçi ve kölelerine kadar öğrettiklerini söylüyor.

Ashâb-ı Suffe’ye muallim tâyin edilen Ubâde bin Sâmit (r.a), insanlara Kur’ân ve yazı öğrettiğini ifade eder. O ve diğer sahâbîler, dışarıdan gelen insanları evlerine misâfir eder, onlara ikram ve ihsanlarda bulunur ve Kur’ân-ı Kerîm öğretirlerdi.[257] Nitekim yine Ubâde (r.a) şöyle demiştir:

“Rasûlullah (s.a.v) çoğu zaman meşgul edilirlerdi. Ona bir muhâcir geldiğinde onu bizden birine teslim eder, o da ona Kur’ân öğretirdi. Yine bir defasında Rasûlullah (s.a.v) bana bir adam vermişti. Evde benimle birlikte kalırdı, âilemin yemeğinden ona yedirirdim. Ben ona Kur’ân öğretiyordum…”[258]

Diğer bir rivayette o, “Ashab-ı suffeden bazı insanlara yazı yazmayı ve Kur’ân’ı öğrettim” demiştir.[259] Bu rivayetler onların ne kadar yoğun bir eğitim faaliyeti içinde olduğunu göstermektedir.

Übey bin Kâʻb (r.a) da Medîne-i Münevvere’ye gelen heyetlere Kur’ân ve fıkıh öğretirdi.[260]

Rasûlullah (s.a.v), Abbâd bin Bişr (r.a)’i Benî Mustalik kabilesinin zekâtlarını toplamak üzere göndermişti. Abbâd (r.a) Mustalikoğulları’nın yanında on gün kaldı. Onlara Kur’ân-ı Kerîm okuttu, İslâm’ın esaslarını ve ahkâmını öğretti. Daha sonra kendilerinden memnûn kalarak Rasûlullah Efendimiz’in yanına döndü.[261]

Demek ki Müslümanların devlet başkanından, memuruna, kumandanından askerlerine kadar herkes Kur’ân ve din eğitimi için gayret ediyordu. İşte meşhur kumandan Hâlid bin Velîd… Rasûlullah onu bir sefere göndermişlerdi. Hâlid (r.a) oradan Allah Rasûlü’ne yazdığı mektupta, Benü’l-Hâris kabilesini İslâm’a dâvet ettiğini, onların da toptan İslâm’a girdiğini haber verdikten sonra şöyle devam eder:

“Bu kabilenin içinde ikâmet ediyorum, onlara Allah’ın emrettiği şeyleri söylüyor, nehyettiklerinden sakındırıyorum. Allah Rasûlü’nün bundan sonra nereye gideceğimi bildiren mektubu gelinceye kadar onlara İslâm’ın esaslarını ve Peygamber Efendimiz’in Sünnet-i Seniyye’sini öğreteceğim. Ve’s-selâmu aleyke yâ Rasûlallah!”[262]

Allah Rasûlü (s.a.v), hicretin 8. yılında Amr bin Âs’ı Umman kralı Ceyfer’le kardeşi Abd’e göndermişlerdi. Amr, onları İslâm’a davet edecekti. Allah Rasûlü (s.a.v), Kur’ân-ı Kerîm’i çok iyi okuyan ve bilen sahabîlerden Ebû Zeyd el-Ensârî’yi de onunla birlikte gönderdiler. Umman halkı kelime-i şehadet getirmeyi kabul ederek Allah’a ve Rasûlü’ne boyun eğecek olurlarsa, Amr bin Âs orada yönetim işleriyle uğraşacak, müslüman zenginlerden sadaka ve zekâtlarını toplayarak yoksullara dağıtacak, mecusilerden (ateşe tapanlardan) cizye alacak, müslümanlar arasındaki dâvâları da halledecekti. Ebû Zeyd ise; namaz kıldıracak, halka İslâm’ı anlatacak, Kur’ân-ı Kerîm’i ve sünnetleri öğrete­cekti.[263]

Yine Rasûlullah (s.a.v) Muâz ibn-i Cebel ile Ebû Mûsâ el-Eş’arî’yi Yemen’e gönderdiler. Onlara insanlara Kur’ân öğretmelerini emrettiler.[264]

Hz. Ömer (r.a), hilâfeti zamanında Yezit bin Abdullah’ı merkezden uzakta yaşayan bedevilere Kur’ân öğretmek için gönderdi ve bedevî kabilelere giderek öğrenim derecelerini tespit için Ebû Süfyan’ı da müfettiş tayin etti. O ayrıca Medine’de çocuklara Kur’ân öğretmesi için üç sahabîyi vazifelendirip her birine aylık 15 dirhem maaş bağladı ve yetişkinler de dâhil herkese kolayından en az beşer âyet öğretilmesini emretti.[265]

Hz. Ömer (r.a), Şam vâlisinden gelen talep üzerine Muaz bin Cebel, Ubâde bin Sâmit ve Ebû’d-Derdâ’yı oraya Kur’ân-ı Kerîm’i ve dînin ahkâmını öğretmek üzere gönderdi. Onlara:

“–Tebliğ ve tâlime Humus şehrinden başlayın. İnsanları farklı istidatlarda bulacaksınız. Bazıları vardır ki çok çabuk kavrar. Böylelerini tesbit ettiğinizde insanların bir kısmını Kur’ân öğrenmeleri için onlara yönlendirin. Humus’ta belli bir ilerleme kaydettikten sonra biriniz orada kalsın, biriniz Şam’a, diğeriniz de Filistin’e gitsin” tavsiyesinde bulundu. Bu güzîde sahâbîler Humus’ta bir süre birlikte hizmet ettikten sonra Ubâde orada kaldı, Ebu’d-Derdâ Şam’a, Muaz bin Cebel de Filistin’e gitti. Muâz (r.a) Filistin’de vebâdan vefât edince bu sefer Ubâde (r.a) oraya geldi. Ebu’d-Derdâ (r.a) ise hayatının sonuna kadar Şam’da kaldı.[266]

Ebu’d-Derdâ (r.a) Şam’da uzun süre yaşadı ve orada çok meşhur bir ilim halkası kurdu. Talebelerinin sayısı 1600’ü aşıyordu. Onları onar kişilik gruplara ayırır, toplu olarak ve grup grup dersler verirdi. Sabah namazını kıldıktan sonra hemen derse başlardı.[267] Benzer metodlar başka sahâbî ve tâbiîn tarafından diğer şehirlerde de tatbik ediliyordu.[268] Ebû Mûsâ el-Eşʻarî (r.a) Basra’da halka ders verirdi. Saflar arasında bir o yana bir bu yana giderdi. Onlara secde âyeti de öğretir ve sonunda tek secde yapardı.[269]

İslâm’ın ilk günlerinden itibaren günümüze kadar ömrünü Kur’ân’a vakfetmiş nice âlim ve hocalarımız olmuştur. Bunların pek çoğu isimsiz kahramanlardır. Sadece kayda geçirilen ve bilinenleri anlatmak istesek ciltler tutar. Bunlardan bir misal daha zikretmek istiyoruz: Büyük kıraat imamlarından Ebû Mansûr Hayyât (v. 499) senelerce Kur’ân öğretmiş, Zehebî’nin tabiriyle nice ümmetler kendisinden Kur’ân öğrenmişlerdi. Akşam ile yatsı namazı arasında Kur’ân’ın yedide birini okumayı vird edinmişti. Keramet ehli bir insandı. Uzun seneler Allah rızası için âmâ insanlara Kur’ân ezberletti. Kendisi okuyarak telkin yoluyla onlara ezberletiyordu. Ayrıca onların ihtiyaçlarını karşılamak için de gayret eder, infaklarda bulunurdu. Sadece âmâ talebelerinin sayısı yetmişe ulaşmıştı. Vefatından sonra rüyada görüldü, “Allah, çocuklara Fâtiha öğrettiğim için beni mağfiret eyledi” dedi.[270]

Osmanlı padişahlarından Mehmed Reşâd, saraydaki çocukların Kur’ân ve dinî bilgileri okumaları için bir hoca tutmuştu. Ders görecek şehzade ve sultanlardan bir kısmının annesi olan Ünsiyar Hanım Kur’ân tâlimine gösterdikleri ihtimamın bir göstergesi olarak hocaya:

“–Merak etmeyin! Bu hususta ne ihtiyâcınız varsa derhal tedârik olunacaktır. Yalnız sizden ricâm şudur: Dershâneden içeri girer girmez sultanlık yoktur. İstediğiniz gibi kendilerine muâmelede serbestsiniz. Şevketmeâb Efendimiz’in irâdeleri ile evvelâ Kur’ân-ı Azîmüşşan hatmedilecek, ondan sonra mektep derslerine başlanacaktır” tembihinde bulundu.[271]

Saray hatıralarını yazan Safiye Hanım, Kur’ân eğitiminin sâdece küçüklerle sınırlı kalmadığını Sultan Reşad’ın da Allah’ın Kelâm’ı ile dâima beraber olduğunu ve çok güzel Kur’ân okuduğunu bildirmektedir. Pâdişah, Kur’ân’la öylesine ünsiyet kazanmış ki gâyet yumuşak tabiatlı olmasına rağmen haklı olarak birine hiddetlendiği vakit derhal abdest alıp Kur’ân-ı Kerim okumaya başlarmış. Buna rağmen öfkesi geçmezse bir de namaza dururmuş.[272]

Safiye Hanım’ın anlattığı şu hâdise, o zamanda yaşayan yediden yetmişe bütün insanların Kur’ân’a olan aşklarını daha açık bir şekilde ortaya koymaktadır:

“Ziyaeddin Efendi’nin haremlerinden Meleksiran Hanımefendi’nin büyük vâlidesi Kur’ân-ı Kerim’i az bilirlermiş. Bilgisini tamamlamak arzusunda olduğunu bana söylediler. Bittabi büyük bir memnuniyetle hizmetine âmâde olduğumu bildirdim. Bu ihtiyar hanım Kur’ân-ı Kerim’i hatmedinceye kadar iki defa gözlüklerinin camını değiştirmiş ve büyütmüştü. Vakayı Padişaha nakletmişler, pek mütehassis olmuş:

«–Bu büyükhanımın hatim cemiyetini bizzat yaptıracağım. Mutantan bir hatim cemiyeti isterim. Muallime hanıma da böylece bunu selamlarımla birlikte söyleyiniz!» demiş.”[273]

Kemaleddin Altıntaş Hocamız’ın anlattığı şu hâtıra da hakikaten ibret alınacak bir hizmet örneğidir:

“Trablusgarplı Tevfik Uysalel isimli bir hocam vardı. Çocukken Türkiye’ye gelip yerleşmişler. Kuleli Askerî lisesinde okumuş, Topçu Binbaşı idi. İstanbul Aksaray’da otururdu. Kuvvetli bir hafızdı. Emekli olduktan sonra benim hafızlık hocam Tevfik Efendi’den Aşere-Takrib okudu. İki hocamın ismi de Tevfik idi. Emekli binbaşı olan hocam kendisini İslâm’a vakfetmiş bir insandı. Köylere gider, hoş-beşten sonra;

“–Komşular, ben sizin köyünüzü çok sevdim, kiralık bir odanız var mı?” der, orada bir oda kiralardı. Ardından, köyde kimi görürse ona:

“–Sen Kur’ân okumasını biliyor musun?” diye sorardı. “Yok bilmiyorum” derse;

“–Peki, öğrenmek ister misin, ben sana Kur’ân öğreteyim” derdi. Hemen münasip bir yere oturur, öyle sınıf, oda filan aramazdı, başlardı Kur’ân öğretmeye. Şöyle küçük bir çantası vardı. Ona bir şeyler koyup gelir, bir hafta onunla idare ederdi. Haftada bir evine gider, çantasına bir şeyler koyup getirirdi. Bir de köyden parayla süt alır, parasız kimseden bir şey kabul etmezdi. Köylüler yemeğe dâvet ettiklerinde “Ben öyle doldur-başaltı pek sevmem” diyerek kabul etmezdi. Çantasında getirdiği peynir ekmekten çok az bir şey yiyerek idare ederdi. O köyde birkaç ay kaldıktan sonra:

“–Komşular Allah’a ısmarladık!” deyip yola düşerdi. Köylüler:

“–Ooo hocam, dur bakalım, daha yeni yeni tanışıyoruz!” diye gitmesini istemezler. Hocam:

“–Kur’ân öğrenmek isteyen kaldıysa tamam, durayım. Kalmadıysa haydi Allah’a ısmarladık” deyip başka bir köye giderdi. Sonra ben o hocamdan Arapça okudum.”

İnsanların bu kısacık dünya hayatını Kur’ân’dan mahrum olarak tamamlayıp gitmelerine kayıtsız kalamayız. Uyanmış olan insanların uyuyanları uyandırmaları boyunlarının borcudur. Aynı zamanda Allah’ın kendilerine ihsân ettiği büyük nimetin bir şükrüdür. Bu şükrü eda etmedikleri takdirde Allah katında sorumlu olacaklardır. Yüce Rabbimiz bilenlerin bilmeyenlere öğretmesini, bilmeyenlerin de bilenlerden öğrenmesini emretmektedir. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm’i öğrenip öğretmek için bütün gücümüzü sarfetmeli, devlet ve millet olarak bütün imkânlarımızı seferber etmeliyiz.

6.1. Kur’ân-ı Kerîm Hizmetlerinin Kıymet ve Şerefi
Kur’ân öğreten ve öğrenen mü’minlere şeref olarak Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanma yoluna girmiş olmaları yeter. Onların bu gayretleri değerli meleklerle seçilmiş rasüllerin faaliyetlerine benzemektedir. Şöyle bir düşünelim: Kur’ân’ın ilk mallimi Rahmân olan Allah Teâlâ’dır.[274] İkinci muallim, meleklerin en efdali, en kuvvetlisi ve en değerlisi olan Cebrâil (a.s)’dır. Cenâb-ı Hak onu Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e Kur’ân’ı öğretmesi için göndermiştir.[275] Yine bu arada Allah’tan rasüllerine vahiy getiren, elçilik yapan diğer kıymetli, şerefli, faziletli, güzel ahlâklı ve seçkin Sefere melekleri yer alır.[276] Bunlardan sonra da Kitab’ı ve hikmeti öğretme vazifesini Allah Rasûlü (s.a.v) üstlenmiştir.[277] İşte Kur’ân hizmetlerine koşan insanlar, Allah’ın, Rasûlü’nün ve en şerefli meleklerinin meşgul olduğu bir işle uğraşmaktadırlar. Bu sebeple Rasûlullah (s.a.v):

“Sizin en hayırlınız, Kur’ân’ı öğrenen ve öğretendir”, “Şüphesiz ki sizin en faziletliniz Kur’ân’ı öğrenen ve öğretendir” buyurmuşlardır.[278]

Kur’ân’ı hem öğrenen hem öğreten mü’min daha faziletlidir. Çünkü o hem kemâle yürüyor, hem de insanları kemâle erdirmeye gayret ediyor demektir. Böyle bir insan şu âyette medhedilen müslümanların başında gelmektedir:

“Allah’a dâvet eden, sâlih amel işleyen ve «Şüphesiz ben Müslümanlardanım» diyenden daha güzel sözlü kimdir?” (Fussilet 41/33)

Zira Kur’ân öğretmek, Allah’a çağırmanın en faziletli yoludur.

Bu müjdeye nâil olmak isteyen Ebû Abdurrahmân es-Sülemî (ö. 73/692 [?]), Hz. Osman’ın hilâfetinde Kûfe mescidinde Kur’ân ve kıraat okutmaya başlamış, Haccâc’ın günlerine kadar kırk sene bu hizmetine devam etmiştir. “Beni şu yerimde oturtan bu hadistir” diyerek yukarıdaki hadis-i şerifi nakledermiş.[279]

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bu hizmetlere koşan mü’minlerin cihâd etmiş gibi sevap kazanacağını beyan buyurmuşlardır:

“Kim benim bu Mescidim’e bir ilim öğrenmek veya öğretmek için gelirse o Allah yolunda cihâd eden kişi mesâbesindedir. Kim de bunun dışında bir maksatla gelirse o da başkasının malına bakan kimse gibidir.”[280]

Kur’ân öğreten kimselere bunun sevabı vefatlarından sonra da gider. Öğrettikleri kimseler veya onların öğrettiği diğer insanlar Kur’ân’ı okuyup onunla amel ettikçe bu bilgileri öğreten herkes bunun sevabından hissesini alır. Allah Rasûlü (s.a.v) bunu şöyle haber vermişlerdir:

“Vefâtından sonra mü’mine sevabı ulaşan amel ve haseneleri arasında şunlar da vardır: Öğretip neşrettiği ilim, geri bıraktığı sâlih evlâd, miras bıraktığı Mushaf, binâ ettiği mescid, yolcular için binâ ettiği ev, akıttığı nehir, sıhhatinde ve hayatında malından çıkarıp verdiği sadaka. Bunların sevabı, vefatından sonra da ona ulaşır.”[281] Diğer rivayette bunlara “açtığı su kuyusu” ile “diktiği meyve ağacı” da ilave edilmiştir.[282]

Kur’ân-ı Kerîm’e hizmetin kıymet, şeref ve aza­metini daha iyi idrâk edebilmek için asr-ı saâdette yaşanan şu hâdiseye nazar edelim:

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), bir talep üzerine Ri‘l, Zekvân, Usayye ve Benû Lihyân kabîlelerine Ensâr-ı Kirâm’dan, kendilerine “kurrâ” denilen yetmiş kadar Kur’ân muallimi göndermişlerdi. Bunlar, Bi’r-i Ma­ûne de­ni­len ye­re var­dık­la­rın­da, bu kabilelerin ihâ­netine uğrayarak şehid edildiler. Rasûlullah (s.a.v)’e bu haber ulaşın­ca çok üzüldüler. Hiçbir şeye bu kadar üzüldükleri görülmedi. Tam bir ay o kâ­til­le­re bed­du­âda bu­lun­dular.[283]

Enes (r.a) bu hâdiseyi şöyle anlatır:

Birtakım kimseler Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’e gelerek, “Bize Kur’ân’ı ve Sünnet’i öğretecek insanlar gönderseniz” dediler. Rasûl-i Ekrem (s.a.v), içlerinde dayım Harâm’ın da bulunduğu, ensardan kendilerine kurrâ denilen yetmiş kişiyi onlara gönderdi. Bunlar Kur’ân okuyor, geceleri onu aralarında müzâkere edip öğreniyorlardı. Gündüzleri ise su getirip mescide koyuyorlar, odun toplayıp onu satıyorlar, bedeliyle de Suffe ehline ve fakirlere yiyecek satın alıyorlardı. İşte Nebî (s.a.v) onlara bu kişileri göndermişti. Fakat gidecekleri yere varmadan önlerine çıktılar ve onları öldürdüler. Onlar: “Allahım! Bizim sana kavuştuğumuzu, senden râzı olduğumuzu ve senin de bizden râzı olduğunu Peygamberimiz’e ulaştır” dediler.

Bir adam Enes’in dayısı Harâm’a arkasından yaklaşıp mızrağını sapladı, hatta vücûdunun bir tarafından öbür tarafına geçirdi. Bunun üzerine Harâm: “Kâbe’nin Rabbi’ne yemin ederim ki, kazandım” dedi. Bu hâdise üzerine Rasûlullah (s.a.v):

“–Şüphesiz ki din kardeşleriniz öldürüldüler. Onlar: «Allahım! Bizim sana kavuştuğumuzu, senden râzı olduğumuzu ve senin de bizden râzı olduğunu Peygamberimiz’e ulaştır» dediler” buyurdular.[284]

Ken­di­si­ni binbir türlü ezâ ve cefâ eden insanlara bi­le bed­du­â etmeyen Rah­met ve Şef­kat Pey­gam­be­ri’­nin Kur’ân mu­al­lim­le­ri­ne ihâ­net eden kimselere bed­du­â etmesi, Kur’ân’a ih­lâs­la hizmet edenlerin, Allah Ra­sû­lü’nün na­za­rın­da ne şe­ref­li bir mev­kie sahip ol­du­ğu­nu açıkça göstermektedir. Bu durum aynı zamanda Kur’ân hiz­me­tleri­ne mâ­nî olan­la­rın ne bü­yük bir cü­rüm iş­le­dik­le­ri­nin de bir gös­ter­ge­sidir.

Hz. Ali (r.a) de onların değerini bilirdi. Bir defasında o, Kûfe Mescidi’nden seslerin yükseldiğini duyunca ne olduğunu sormuştu. Kendisine:

“–Birtakım kişiler Kur’ân okuyor ve öğreniyorlar” denildi. Hz. Ali (r.a):

“–Ne mutlu onlara! Onlar Rasûlullah (s.a.v) nezdinde insanların en sevgilileri idi” dedi.[285]

İmam Ebû Hanîfe, oğlu Hammâd Fâtiha Sûresi’ni öğrendiğinde, hocasına beş yüz dirhem vermişti. O zamanlar bir koç, bir dirheme satın alınıyordu. Hocası bu cömertliği fazla buldu. Çünkü çocuk yalnızca Fâtiha Sûresi’ni öğrenmişti. Bunun üzerine Ebû Hanîfe Hazretleri şöyle dedi:

“–Yavruma öğrettiğin sûreyi küçük görme! Eğer yanımda bundan daha fazlası olsaydı, Kur’ân’a hakkıyla hürmet edebilmek için onu sana hediye ederdim.”[286]

Yedi kıraat imamından biri olan Nâfi (r.a) (ö. 169/785), kendisine uzun ömür ihsân edilen insanlardan biri olduğundan yetmiş seneden fazla insanlara Kur’ân ve kıraat okutmuştu.[287] Talebelerinden biri şöyle anlatır: Nâfi konuştuğunda ağzından misk kokusu gelirdi. Kendisine, “Okumak için her oturduğunda güzel koku mu sürünüyorsun?” dedim. “Hayır, koku kullanmıyorum. Bir defasında Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’i rüyamda gördüm. Benim ağzımdan Kur’ân okuyordu. O günden beri bu güzel kokuyu duyuyorum” dedi.[288]

Selahaddîn-i Eyyûbî (ö. 589/1193) kışlada dolaşırken babasının önünde Kur’ân okuyan bir çocuğa rastlamıştı. Çocuğun okuyuşunu beğendi ve ona yaklaşarak kendi yiyeceğinden bir parça verdi. Ayrıca kendisine âit olan tarlanın bir kısmını o çocuk ve babası için vakfetti.[289]

Bütün bu rivayetler Kur’ân eğitiminin ne büyük şeref ve kıymeti hâiz olduğunu gösteriyor. Bu şereften nasip alarak Hak katında kıymetli olan insanlar arasına katılabilmek için gayret etmek gerekir.

6.2. Kur’ân-ı Kerîm Eğitiminde Dikkat Edilecek Hususlar
Kur’ân, Allah’ın mucizevî kelâmı olduğu için onun eğitimine de, kıymeti ve fazileti nisbetinde ehemmiyet vermek gerekir. Kur’ân eğitimi esnâsında riâyet edilmesi gereken birkaç hususa kısaca temas edelim:

- Kur’ân eğitimi esnâsında hoca, Allah’ın kelâmını öğrettiğinin şuuru içinde olmalı ve talebelerine de bu şuuru öncelikle vermelidir. Kur’ân’ın azameti üzerinde tefekkür ederek onun eğitimi esnasında yüksek bir aşk, şevk ve heyecan içinde olmalıdır. Nitekim ashâb-ı kirâm, Kur’ân tâlimini büyük bir tâzimle îfâ ederlerdi. Abdullah bin Mes’ûd (r.a) birisine bir âyeti okutup öğretirken:

“–Bu âyet, üzerine Güneş’in doğduğu veya yeryüzünde bulunan her şeyden daha hayırlıdır” derdi. Sonra da bu sözünü Kur’ân-ı Kerîm’in her âyeti için tekrar ederdi.[290]

- Kur’ân’ın kıraati yanında ehemmiyeti, faziletleri, hükümleri ve hikmetleri de anlatılmalıdır.

- Kur’ân eğitimini şefkat, merhamet ve muhabbet esası üzerine binâ etmelidir. Talebeye Kur’ân’ı sevdirmelidir. Kaba ve sert davranışlardan uzak durup, büyük bir tevazu ile öğrenciye yaklaşmalı, sıkıntıları varsa onları gidermeye çalışmalıdır.

- Bu eğitim faaliyetinin en büyük karşılığı olarak Allah’ın rızâsını hedeflemeli, bu büyük mükâfatın kıymetini idrak etmeye çalışmalıdır. Allah Teâlâ’nın, kelâmıyla meşgul olanlar için hazırladığı ihsânları bilenler, bütün güçleriyle bu yolda koşar ve büyük fedâkârlıklar yaparlar.

- Kur’ân eğitimi esnâsında sabırlı ve hoşgörülü davranmalıdır.

- Hocanın eğitim usullerini ve çocuk psikolojisini öğrenmesi gerekir.

- Hocanın Kur’ân’ı iyi bilmesi, talebenin de kaliteli hocalardan eğitim alması gerekir. Hz. Ömer (r.a) bütün müslümanlara, Kur’ân-ı Kerîm’i, Peygamber (s.a.v) Efendimiz’den sahih bir senedle alan âlimlerden öğrenmelerini emrederdi. Kendisi de sabah namazlarında uzun uzun kıraatlerde bulunurdu. (Bir rekâtta 15, 16 sayfa okuduğu olurdu.) Bu uygulamasıyla müslümanların çokça Kur’ân dinleyerek bu hususta bir mahâret ve zevk-i selîm sâhibi olmalarını hedeflerdi. Ve insanları nahiv, iʻrâb ve garib kelimeleri öğrenmeye teşvik ederdi ki Arapların konuşmalarını anlayabilsinler.[291]

- Anne-babalar evlatlarının durumunu dikkatle takip etmeli ve hocalara destek vermelidirler.

8. Kur’ân’ın Teblîği
Hidâyet, rahmet ve bereketlerle dolu bir kitap olan Kur’ân-ı Kerîm, Allah’ın kullarına ikrâm ettiği muazzam bir ziyâfet sofrasıdır. İnsanların bu ziyafetten istifade edebilmesi için bazı dâvetçilerin çıkıp bu ilâhî ikrâmı insanlara haber vermesi, güzelliğini, ihtişâmını ve faydalarını anlatması gerekmektedir. Aksi takdirde pekçok insan yanlarında akıp giden âb-ı hayattan habersiz, sıcak çöllerde susuzluktan kavrularak can vereceklerdir. Allah’ın yaratmış olduğu bu değerli insanları kurak çöllerden kurtarıp ebediyyen suya kandırmak için mü’minlere büyük vazifeler düşmektedir. İnsanları Kur’ân’ın târif ettiği şekilde Kur’ân’a dâvet etmeli ve Kur’ân’ı onlara arzetmeliyiz.

Allah Teâlâ, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i Kur’ân-ı Kerîm ile teyid etmiş, ona dayanmasını ve kullarını onunla hakka dâvet etmesini emretmiş[292] ve şöyle buyurmasını istemiştir:

“İşte bu Kur’ân bana, onunla sizi ve eriştiği herkesi uyarayım diye vahyolundu.” (el-En‘âm 6/19)

Zira Kur’ân-ı Kerîm her yönüyle tesiri kuvvetli bir kitaptır ve insanların onunla hidayete ermesi daha kolaydır. Bu sebeple Rasûlullah (s.a.v) İslâm’a dâvet ettiği insanlara ve terbiye etmek istediği ashâbına dâimâ Kur’ân-ı Kerîm okuyup öğretmişlerdir. Bir meseleyi izah ederken o mevzuyla alakalı âyetleri okumuşlardır. Efendimiz’in hayatına baktığımızda onun Kur’ân’ı her vesileyle okuyup tebliğ ve tâlim ettiğini görürüz. Meselâ, bütün müslümanların toplandığı Cuma hutbelerinde, sohbet meclislerinde ve birebir görüşmelerde hep Kur’ân-ı Kerîm kıraat edilirdi.[293] Ancak şunu da hemen hatırlatalım ki o zamanki insanlar Kur’ân’ı işitince mânâsını anlıyor ve ona göre müteessir oluyorlardı. Bugün Kur’ân’ı okuyup, onu insanlara tâlim ve tebliğ ederken, muhâtapların anlayacağı dilde güzelce îzâh edip anlatma zarureti vardır.

Vahiy nâzil oldukça Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) kendisine gelen âyetleri ve sûreleri önce erkek mü’minlere, daha sonra da kadınlara okurlardı.[294] Ondan sonra da her fırsatta müşriklere anlatırlardı. Bir gün Rasûlullah (s.a.v) Mescid-i Haram’a girdikleri esnâda Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerinden Velid bin Mugîre ve diğerlerinin Kâ’be’nin Hatîm kısmında oturduklarını gördüler. Varıp yanlarına oturdular. Kâ’be’nin çevresinde, tapılmak üzere dikilmiş, kurşunla sağlamlaştırılmış üç yüz altmış put bulunuyordu. O sırada, Nadr bin Haris de gelip yanlarına oturdu. Rasûlullah (s.a.v) konuşmaya başlayınca, Nadr bin Haris itiraz etti. Rasûlullah (s.a.v), verdiği cevapla onu susturduktan sonra onlara Kur’ân’dan âyetler okudular.[295]

Hâlid el-Advânî (r.a) şöyle anlatır:

“Rasûlullah (s.a.v)’i, Sakif kabilesinin yardımını istemek üzere yanlarına geldiği zaman, Taif’in doğusunda, elindeki yay veya asâya dayanmış olduğu halde gördüm. Târık sûresini sonuna kadar okuduklarını işittim. Bu sûreyi cahiliye devrindeyken ve bir müşrik iken ezberledim. Sonra onu İslâm döneminde de okudum. Tâifliler beni çağırıp:

«–Şu adamdan dinlediğin şey ne idi?» diye sordular. Ezberlediğim sûreyi onlara okudum. Yanlarında bulunan Kureyşlilerden biri:

«–Biz adamımızı daha iyi biliriz. Onun dedikleri şeyin hak olduğunu bilseydik kendisine tâbi olurduk» dedi.”

Rasûlullah (s.a.v) Tâif’te on gün kaldılar. Sakif kabilesi eşrafından, yanına varıp konuşmadığı bir kimse kalmadı…[296]

Medîneli Enes bin Râfî, bir kısım gençle Mekke’ye gelmişti. Hazreç kabilesine karşı Kureyşlilerle andlaşma yapmak istiyorlardı. Rasûlullah (s.a.v) onların geldiklerini haber alınca hemen yanlarına vardı. Onlarla birlikte oturup:

“–Size geliş sebebiniz olan işten daha hayırlısını söyleyeyim mi?” buyurdular. Gençler:

“–Nedir o?” diye sorunca:

“–Ben Allah’ın rasûlüyüm. Allah beni kullarına gönderdi. Onları Allah’a dâvet ediyorum. Allah’a ibâdet etmelerini, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamalarını söylüyorum. Bu hususta Allah bana kitap indirdi” diyerek İslâm’ı anlattı ve onlara Kur’ân-ı Kerîm’den bazı âyetler okudu. İçlerinden İyâs bin Muâz isminde bir genç çıktı:

“–Arkadaşlar! Vallahi bu, geldiğiniz işten daha hayırlıdır” dedi. Ancak arkadaşları tarafından hakâret ve eziyetlerle susturuldu. Medîne’ye döndüklerinde ise Buâs Savaşı başladı. Fazla zaman geçmeden İyâs bin Muâz vefât etti. Ölümü esnâsında başında bulunanlar, onun durmadan tesbihâtla meşgul olduğunu duydular. Müslüman olarak öldüğünden hiçbirinin şüphesi yoktu. Çünkü İyâs (r.a), Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’i dinlediğinde İslâm’ı iliklerinde hissetmiş ve onu kabul etmişti.[297]

İlk Akabe görüşmesine iştirak eden Medineli altı kişi, Efendimiz’in İbrahim sûresinin 35-52. âyetlerini okuması üzerine hidâyete kavuştular.[298]

Rasûlullah (s.a.v), müslüman heyetlere de Kur’ân okurlardı. İkinci Akabe’de bazı sahabiler konuşma yaptıktan sonra Peygamber Efendimiz’e:

“–Ey Allah’ın Rasûlü, siz de konuşun! Bizden, kendiniz için, Rabbin için istediğiniz sözü alın!” demişlerdi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v) onlara bir konuşma yaptılar ve Kur’ân-ı Kerîm okudular. Onları Allah’a davet ve İslâm’a teşvik ettiler.[299]

Peygamber Efendimiz ve Râşid Halîfeleri, İslâm dünyasının muhtelif merkezlerine pek çok âlim sahâbîyi hoca olarak göndermişlerdir. Bu hocalar insanlara Kur’ân’ı ve sünnetleri öğretiyorlardı.[300] Meselâ Mus‘ab bin Umeyr ile İbn-i Ümmi Mektûm (r.a) Medîne’ye muallim olarak gönderildiler. Büyük bir gayretle İslâm’ı anlatıyor ve Kur’ân tâlim ediyorlardı.[301] Mus‘ab bin Umeyr (r.a), Medîne’de Selîmeoğulları’nın eşrâfından olan Amr bin Cemûh’u da İslâm’a dâvet etmişti. Ona Yûsuf Sûresi’nin ilk sekiz âyetini okudu. Amr düşünmek için biraz mühlet istediyse de bir türlü karar veremedi. Bir müddet sonra oğlu ve arkadaşlarının yardımıyla, ibâdet ettiği cansız nesnenin hiçbir şeye yaramadığını, kendini korumaktan dahî âciz olduğunu anladı ve şirk karanlığından İslâm’ın nurlu sabahına uyandı. İçinde bulunduğu dalâletten, kendisini Rasûlullah (s.a.v) vâsıtasıyla kurtaran Allah’a şükretti. Daha sonra da kavmini İslâm’a teşvîk etti.[302]

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz ve ashâbı, her şeylerini Mekke’de bırakarak Allah yolunda hicret etmiş ve Medîne-i Münevvere’ye gelmişlerdi. Rasûlullah (s.a.v), Bedir Gazvesi’nden önce bir gün, hasta olan Sa’d bin Ubâde’yi ziyârete gitmek üzere bir merkebe binmiş, Üsâme bin Zeyd’i de terkisine almışlardı. Yolda, Abdullah bin Übey bin Selûl’ün de bulunduğu bir meclise uğradılar. Abdullah bin Übey o sırada henüz “müslüman oldum” diyerek bey’at etmemişti. (Küfrünü açıkça ortaya koyuyordu.) Meclis; müslümanlar, yahûdîler, puta tapan müşrikler olmak üzere muhtelif dinlere mensup kimselerden oluşuyordu. Abdullah bin Revâha da meclisteydi. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in bineğinin tozu meclise ulaşınca, Abdullâh bin Übey burnunu elbisesinin ucuyla kapatarak:

“−Bizi tozutma!” dedi.

Allah Rasûlü (s.a.v) onlara selâm vererek durdular, bineklerinden inip onları Allah’a îmâna dâvet ettiler ve Kur’ân okuyup Allah’ı hatırlattılar. Onları ahiret azabıyla korkutup âhiret nimetleriyle müjdelediler.[303]

Âmir bin Sa’saa Oğulları’nın lideri Ebû Berâ, Hicretin 4. yılı Safer ayında Medine’ye gelerek, Rasûlullah (s.a.v)’i ziyaret etmişti. Ebû Berâ, getirdiği iki atla iki deveyi hediye etmek istediyse de, Rasûlullah (s.a.v) onun hediyesini kabul etmediler ve:

“–Ebû Berâ! Ben müşrikten hediye kabul edemem. Eğer hediyeni kabul etmemi istiyorsan, müslüman ol!” buyurdular. İslâm’da neler olduğunu, Allah’ın mü’min kullarına vaad ettiği sevap ve mükâfatları haber verip Kur’ân-ı Kerîm okudular. Ebû Berâ, İslâm’ı ne kabul etti ne de ondan uzaklaştı…[304]

Tebliğci, hangi muhatabına hangi âyetleri veya sûreleri okuyacağını iyi bilmelidir. Allah Rasûlü (s.a.v), bu hususa büyük îtinâ gösterirlerdi. Muhatabının durumuna göre âyetler seçer ve onları okurlardı. Ashâbını da bu şekilde yetiştirmişlerdi. Hatta Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, gönderdikleri elçilere, gittikleri bölge halkının dinî ve itikadî durumuna göre okuyacakları sûre ve âyetleri bildirirlerdi. Mesela Himyer reisine gönderdikleri elçi Iyâş bin Ebî Rebîa’ya Beyyine sûresini okumasını emretmişlerdi.[305]

Rasûlullah (s.a.v), İslâm’a dâvet için gönderdikleri mektuplara, muhataplarının inanç ve düşüncelerini göz önünde bulundurarak uygun bir veya birkaç âyet-i kerîme yazdırırlardı.[306]

Rasûlullah (s.a.v), Hz. Cafer (r.a) ile birlikte Habeşistan’dan gelen hristiyanlara Yâsîn sûresini okudular. Onlar sûreyi sonuna kadar dinleyince iman ettiler.[307]

Mekke fethinden sonra Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) insanlardan bey‘at alıyorlardı. Sıra kadınlara gelince onlara sözlü olarak bey’at şartlarını bildirdiler ve Kur’ân-ı Kerîm okudular.[308]

Bu şekilde Rasûlullah (s.a.v) devamlı Kur’ân’ın tebliğ ve tâlimi ile meşgul olurlardı. Ashâb-ı kirâmı da bu hâl üzere yetiştirmişlerdi. Bir defâsında İbn-i Abbâs (r.a) Basra’da ayağa kalkıp insanlara hitâb etmiş, onlara Bakara sûresini okuyup içindeki mevzûları îzâh etmişti.[309]

Bu hâdiseler, Kur’ân-ı Kerîm’in ne şekilde tebliğ edilip öğretilmesi gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır. Bu sebeple günümüzdeki Müslümanların öncelikle sağlam bir Kur’ân bilgisine sâhip olmaları, sonra da Allah’ın kelâmını bütün insanlara ulaştırmaları gerekmektedir. Hatta her müslüman, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz gibi canlı bir Kur’ân olmaya gayret etmeli, karakterinde yer etmiş olan Kur’ân ahkâm, ahlâk ve âdâbını her dâim insanlığa tevzî hâlinde olmalıdır.

SON SÖZ
Kur’ân-ı Kerîm hiç şüphesiz Allah kelâmıdır. En emîn yollarla yeryüzüne indirilmiş ve bize kadar tevâtür yoluyla nakledilmiştir. Târih boyunca ona düşmanlık eden en azılı inkârcılar bile onda herhangi bir noksan bulamamışlardır. İddiaları ancak iftiradan ibaret kalmıştır. O, mucizevî üslûbu ve hârikulâde muhtevâsıyla insanlara en doğru yolu göstermeye devam etmektedir. Yakasını nefsinin ve şeytanın elinden kurtarabilen insaflı insanlar bu yola girerek ebedî saâdete nâil olurken, nefis ve şeytanın zebunu olan insanlar yanlış yollarda kaybolmaya devam etmektedirler.

Kur’ân-ı Kerîm Allah Teâlâ’nın kelâmı olması hasebiyle onun faziletlerini saymakla bitiremeyiz. O, rûhu besleyen bir nûr, kalbe yağan sekînet ve rahmettir. Kula Rabbini tanıtan ve onu Yüce Mevlâsına yaklaştıran en doğru rehberdir. Kula düşen, Rabbinin kelâmına tâzimde bulunmak, onu hürmet ve muhabbetle okuyup anlamak, inceliklerine dalmak, aşk ve iştiyakla yaşamak ve gelecek nesillere aktarmaktır. Zira böylesine muazzam bir rehberi bulan insanların, onu diğer insanlara ve sonraki nesillere ulaştırmaya ve tanıtmaya gayret etmeleri, nâil oldukları büyük nimete şükrün en büyük tezahürüdür. Kur’ân-ı Kerîm’i ne kadar çok insana ulaştırabilirsek o kadar çok insanın ebedî kurtuluşuna sebep oluruz. Böylesine mühim bir hizmetin mükâfâtı da tabiî ki kendisi gibi büyük olacaktır.

Yüce Rabbimiz, gece-gündüz Kur’ân-ı Kerîm ile daha fazla meşgul olmayı cümlemize lûtfeylesin! Kur’ân-ı Kerîm ile izzet, şeref ve saâdet bulmayı, onunla doğru yolda yürümeyi, onu diğer insanlara ulaştırmayı ve onun şefaatine nâil olmayı nasîb eylesin!

Âmîn!