Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Vücutla yapılan ibadetten kalp gâfilse, o, ibadet sayılmaz. İçi olmayan kabuk, bir işe yaramaz.”

Mânevî tekâmül yolunda ilerlemeye çalışan bir derviş, gece vakti, mescitte namaz kılıyordu. Yağmur yağmaya başladı. Gönlü bir an için evine yöneldi. O an kalbinde yankılanan bir ses duydu:

“–Ey derviş! Kıldığın bu namazla Bizʼim için bir şey yapmış olmuyorsun! Zira sendeki güzel olanı (gönlünü) evine gönderdin, çirkin olanı (nefsini) burada bıraktın!..”

Hadîs-i şerîflerde, namazda riâyet edilmesi gereken kalbî keyfiyete işaretle şöyle buyruluyor:

“Nice gece namazı kılanlar vardır ki, onların kıldıkları namazdan nasipleri, uykusuz kalmaktan ibârettir.” (Ahmed, Müsned, II, 373)

“Bir kimse namaz kılar; fakat namazının yarısı, üçte biri, dörtte biri, beşte biri, altıda biri, yedide biri, sekizde biri, dokuzda biri, hattâ ancak onda biri kendisi için yazılır.” (Ahmed, Müsned, IV, 321)

Şunu unutmamak îcâb eder ki bütün ibadetler, rûha verilen ayrı ayrı vitaminler mesâbesindedir. Fakat ibadetlerin Hak katında makbûliyeti, onların kalp ve beden âhengiyle îfâ edilmesine bağlıdır.

Meselâ namazda bedenin kıblesi Kâbe olduğu gibi, kalbin kıblesi de Kâbeʼnin Rabbi olmalıdır. Namazda, kimin huzûrunda durduğumuzun farkında olmalı, bu mânevî uyanıklıkla, kendimizi rûhen ve bedenen namaza vermeliyiz.

İhsan duygusuyla, yani biz Allâhʼı göremesek de Oʼnun bizi her an görmekte olduğunun, bize şah damarımızdan daha yakın bulunduğunun, kalbimizden geçenleri dahî bildiğinin şuur ve idrâki içinde, Cenâb-ı Hakkʼın huzûruna durmalıyız. Zira ibadetler, sırf Allâhʼın rızâsını tahsil niyetiyle ve kalben Cenâb-ı Hakʼla beraberlik ikliminde îfâ edildiği nisbette makbûliyet kazanır. Aksi hâlde, Cenâb-ı Hak şu îkazda bulunuyor:

Kalb-i Selim: Özellikleri, Vasıfları ve Nasıl Olunur? Kalb-i Selim: Özellikleri, Vasıfları ve Nasıl Olunur?

“Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, namazlarını ciddiye almaz, (sadece) gösteriş yaparlar!” (el-Mâûn, 4-6)

Cenâb-ı Hak, namazı ciddiye almayıp onu gafletle kılanlara bile “Yazıklar olsun!” buyururken, bir de namazı terk etmenin ne kadar vahim bir hâl olduğunu tefekkür etmek gerekir.

Kurʼân-ı Kerîmʼde buyrulduğu üzere Cennet ehli, Cehennemʼe girenlere uzaktan sorarlar:

“«‒Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir?» Onlar (ilk olarak) şöyle cevap verirler: «‒Biz namaz kılanlardan değildik.»” (el-Müddessir, 42-43)

Yine Rabbimiz, ebedî kurtuluşa eren kullarının bir vasfını şöyle beyan buyuruyor:

“Muhakkak ki (şu) mü’minler felâh bulmuştur: Onlar, namazlarında huşû içindedirler.” (el-Mü’minûn, 1-2)

Yani beden için ruh ne ise, ibadetlerde huşû da o mevkîdedir. Nasıl ki içi boş bir ceviz, kuru bir kabuktan ibâretse, kalbî duyuşlardan mahrum bir hâlde, gafletle ziyan edilen bir ibadet de, kuru bir yorgunluktan ibârettir.

Namazın fıkhî kâidelerine dikkat etmek zarurîdir. Lâkin onun kalbî cihetine de bilhassa îtinâ göstermek îcâb eder. Nasıl ki fıkıh; tahâret, abdest ve temizlik ile kulu bedenen namaza hazırlarsa, mânevî temizlik ve huşû hâli de; mü’mini kalbî duyuşlara ve âdeta mîrâc ufkunda bir vuslata nâil eyler.

Bir mütefekkir der ki:

“Namaz, psikiyatrik bir tedavidir. Çünkü namaz kılan, kendini yalnız hissetmez. O, en büyük güce bağlıdır. O gücün inâyeti (yardımları) içindedir. Namazı huşû içinde kılan bir toplumda psikiyatrik hastalık olmaz…”

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2024 – Ağustos, Sayı: 462

İslam ve İhsan

Editör: Masume Masume