Bir müminin din olarak İslam'dan razı olması; İslam'ın emirlerini "ama, fakat, eğer" mazeretleri ve eleştirileri öne sürmeden yerine getirmesi demektir. Dinin gereklerini yerine getirirken "acaba bunu yaparsam/yapmazsam el âlem ne der?" diye düşünmeden, severek yaşamaktır. İslam'dan razı olmak için, dinin tüm hükümlerine yakinî iman gerekir. Zira insan tam olarak mutmain olmadığı, faydasına inanmadığı bir hükmü samimi olarak yerine getiremez. İşte İmam Rabbani'ye göre tasavvufun amacı, salike bu yakinî imanı kazandırmaktır.
Bir hususta Peygamberimizin sünneti varken kendi arzularımıza göre davranıyorsak, O’ndan razı olmamışız demektir. Aile hayatında nazik ve saygılı bir eş olmada sıkıntı yaşıyorsak, komşularımıza emniyet duygusu veremiyor isek, Peygamberimizden tam razı olmamışız demektir. Özellikle başkaları ile yaşadığımız problemlerde O’nu (sav) ve onun sünnetini hakem kılmıyor isek, şu ilahi beyanın yüzüne nasıl bakarız:
“Hayır, hayır, Rabbine andolsun ki onlar, aralarında anlaşmazlığa düştükleri her konuda seni hakem yapmadıkça ve sonra da senin kararına kalplerinde hiçbir burukluk duymaksızın tam bir teslimiyetle tabi olmadıkça, gerçekten iman etmiş olmazlar.” (Nisa, 65)
Allah Teâla, bizi kendisine kul olmamız ve ona ibadet etmemiz için yaratmıştır. Bir hadis-i kutside “Ben gizli bir hazine idim ve bilinmeyi sevdim, bu sebeple de âlemi halk ettim” buyurmuştur. Rabbimiz bizi severek yaratmış ve kendisine kul olma şerefi bahşetmiştir. Bizden beklenen de aynı şekilde Rabbimize severek kul olmak, Onun Yüce Zatından, göndermiş olduğu Peygamberi Muhammed (sav)'den ve O’nun getirdiği İslam'dan razı olmaktır. Peygamber Efendimiz (sav) bu hakikati “Kim, Rab olarak Allah’tan, din olarak İslam’dan, Resul olarak Muhammed’den razı oldum, derse cennet ona vacip olur!” (Ebû Dâvud, Vitr 26; Nesâî, Cihad 18) hadisi ile ifade eder.
HER SÖZ DELİL İSTER
Sufilere göre Peygamber Efendimiz'in bu hadisini sadece dille söylemek yetmez, zira her söz bir iddiadır ve gerçekliğine delil ister. Bal demekle insan bal yemiş olmaz, ilaçların isimlerini sayarak da hasta şifa bulmaz. Bu sebeple rıza iddiamızı halimiz ve hareketlerimizin teyit etmesi gerekir. Allah'tan Rab olarak razı olan bir insan, O'ndan gelen her tür bela ve musibeti gönül hoşluğu ile karşılar. Zira insanın kaderi O'nun hükmü iledir. Ve Yüce Sahibimiz de bize sıkıntı ve eziyet olsun diye bir hükümde bulunmaz. Bu durumda mümin, nimete sevindiği gibi bela ve musibete de sevinir, en azından sabreder, şikâyet etmez. Zira bilir ki sevgiliden gelen her şey güzeldir, kul için bir hayrı vardır. Allah Teâla bu hususta bir hadis-i kudside şöyle buyurur:
“Kaza ve kaderime razı olmayan, beğenmeyen ve gönderdiğim belalara sabretmeyen, benden başka Rab arasın! Yeryüzünde kulum olarak bulunmasın!” [Taberani]
“Ya Rabbi, benden razı ol” diye dua eden bir abidin haline bakan Rabiatül Adeviyye hazretleri, “Kendin Allah’tan razı olmadığın halde, O’nun senden razı olmasını nasıl istersin” diye hayretlerini ifade eder. Yine ona: “Kul, Allah’tan nasıl razı olur?” diye sordular, o da “Allah’tan gelen nimet ve belayı eşit gördüğü vakit” diye ifade eder. Nitekim her şart altında Haktan razı oluşunu Yunus Emre şöyle terennüm eder:
Hoştur bana senden gelen:
Ya hilat-ü yahut kefen,
Ya taze gül, yahut diken..
Kahrın da hoş, lutfun da hoş.
Gerek ağlat, gerek güldür,
Gerek yaşat gerek öldür,
Âşık Yunus sana kuldur,
Kahrın da hoş, lutfun da hoş.
“AMA, FAKAT, EĞER” DİYORSAK VAY HALİMİZE!
Bir müminin din olarak İslam’dan razı olması; İslam’ın emirlerini “ama, fakat, eğer” mazeretleri ve eleştirileri öne sürmeden yerine getirmesi demektir. Dinin gereklerini yerine getirirken "acaba bunu yaparsam/yapmazsam el âlem ne der?" diye düşünmeden, severek yaşamaktır İslam’dan razı olmak. Bunun içinse dinin tüm hükümlerine yakinî iman gerekir. Zira insan tam olarak mutmain olmadığı, faydasına inanmadığı bir hükmü samimi olarak yerine getiremez. İşte İmam Rabbani’ye göre tasavvufun amacı, salike bu yakinî imanı kazandırmaktır.
“Sufilerin yoluna girmekten maksat, şeriatın inanılmasını emrettiği şeylere yakinî imanı artırmaktır. Böylelikle istidlali yani delillere dayalı imanın darlığından, keşfî imanın aydınlık fezasına erilir. İcmâli imandan, tafsîli imana geçilir.”
Manevi terbiye alan sufi, avamın inandığı hakikatleri bizzat keşf ile tadarak, görürmüşçesine inanır hale gelir. Bunun neticesinde ibadet ve taat ona zevkli gelmeye başlar.
“Tasavvufun bir başka maksadı da fıkhın emirlerinin severek yapılmasını sağlamak, nefs-i emmâre tarafından çıkartılan zorlukları ortadan kaldırmaktır. Bu fakirin kesin inancı şudur ki; tasavvuf yolu şeriat ilimlerinin hizmetçisidir ve asla bu ilimlere ters düşmez. Nakşî yolunun büyükleri sünnete tabi olmayı büyük bir nimet olarak görüp sevinirler, velev ki bunun neticesinde kendilerinde bazı manevi haller görülmesin. Sünnete tabi olmada bir eksiklik olduğu halde kendilerinde bir takım manevi hallerin ortaya çıkmasına hiçbir kıymet vermezler.”
Eğer mirasımızı İslam’a göre bölüşmüyor, evlenme ve boşanma hususunda şeriatın kurallarını çiğniyor, sıla-i rahmi severek yerine getirmiyorsak, tüm haramları öldürücü birer zehir değil de tatlı bir şerbet gibi görüyorsak, bizim İslam’dan razı olmamız sadece dilde kalan, gönle girmeyen bir iddiadır. İslam’dan din olarak razı olmak demek, tüm haramlardan tiksinmektir. Namaz vakitlerini, Ramazan orucunu hasretle beklemek, zekât ve infaklarımızı kalp huzuruyla yerine getirmek, her bir emrin Allah’ın bir lütfu olduğunu bilmektir.
Ne acıdır ki bugün bazı kesimler İslam ahkâmının (kurallarının) modasının geçtiğini yazıp çizmekte, Kuran’ın tarihsel olduğunu öne sürebilmektedir. Bu noktada başka bir savruluş da bazı sufi geçinen kişilerin, İslam'ın tesettür, faiz, miras, kadın erkek hususundaki hükümlerini yok sayarak sadece tasavvufun felsefesini yapmalarıdır. Şeriat ahkâmını yerine getirmeyen bu nadanların, tarikat ve hakikat hususunda elde ettiklerini düşündükleri kemalat, tam bir aldatmaca ve istidraçtır; had bilmezlik, sapıtmak ve saptırmaktır. Bu tür kesimler Mevlana, İbni Arabi gibi şahısları dillerine dolamaktadırlar, hâlbuki Mevlana bu tür nasipsizlere, Kuran’ın ahkâmını değil de kendi nefislerini değiştirmelerini tavsiye eder. (c.2:313-14)
Hadisin son bölümü Peygamber Efendimiz (sav)’den razı olmayı cennete girmenin şartı olarak ortaya koyar. Sufilere göre Peygamberimizden razı olmak demek, onu tüm kalbimizle sevmek, onu, insanlığın yegâne üsve-i hasenesi, yani örnek alınması gereken en yüksek şahsiyeti olarak kabul etmektir. Bu ise onun sahih rivayetler ile gelen hadislerini baş tacı etmek, hayatımızın her alanını onlarla şekillendirmekle olur. Baba, anne, evlat, gelin, kayınvalide, patron, işçi, hayattaki rollerimizin tümünde ona benzemeye çalışmaktır, Hz. Muhammed’den razı olmak.
Bir hususta Peygamberimizin sünneti varken kendi arzularımıza göre davranıyorsak, O’ndan razı olmamışız demektir. Aile hayatında nazik ve saygılı bir eş olmada sıkıntı yaşıyorsak, komşularımıza emniyet duygusu veremiyor isek, Peygamberimizden tam razı olmamışız demektir. Özellikle başkaları ile yaşadığımız problemlerde O’nu (sav) ve onun sünnetini hakem kılmıyor isek, şu ilahi beyanın yüzüne nasıl bakarız:
“Hayır, hayır, Rabbine andolsun ki onlar, aralarında anlaşmazlığa düştükleri her konuda seni hakem yapmadıkça ve sonra da senin kararına kalplerinde hiçbir burukluk duymaksızın tam bir teslimiyetle tabi olmadıkça, gerçekten iman etmiş olmazlar.” (Nisa, 65)
Kuran’a, sünnete ve ilahi ahkâma gönül huzuru ile teslimiyet konusunda Hz. Mevlana’nın şu sözleri hepimize rehber olmalıdır: “Ben sağ olduğum müddetçe Kur’an’ın kölesiyim, Ben Muhammed Muhtâr’ın yolunun tozuyum.”
Netice olarak Allah’tan, Peygamberinden ve İslam’dan razı olma manasına rıza makamına erişmek, tasavvuf yolunun ana gayesidir. Gönlü Allah’ın takdirine karşı memnuniyetsizlik dolu olan bir salik yalnızca evratlarını yerine getirmekle rıza makamına ulaşamaz. Allah’tan, Onun Peygamberinden ve gönderdiği dinden razı olmayanlar hakiki manada sufi olmazlar. Böyle bir insanın merziyye ve kamile makamlarına yükselmesi de mümkün değildir. Duamız odur ki Yüce Rabbimiz bizden kulu olarak, Peygamberimiz de ümmeti olarak razı olsun. Amin!