Mehmet Göktaş, Doğru Haber Gazetesi'nde kaleme aldığı yazıda, oruç ve açlığın insanın sınırlarını anlama ve vicdanını uyandırma sürecindeki önemine vurgu yaptı.
Yazar Göktaş, yazısında açlığın sadece sevap kazanmanın ötesinde, insanın kendi sınırlarını ve zayıflıklarını anlaması için bir fırsat sunduğunu ifade ediyor. Hz İsa'nın yeme içme ihtiyacını hatırlatarak, insanlığın acziyetini ve Allah'ın kudretini vurguladı. Ayrıca, açlık ve yoksulluğun insan vicdanını uyandırarak daha adil bir dünya için harekete geçme potansiyelini vurguluyor. Göktaş, orucun sadece fiziksel bir ibadet olmadığını, aynı zamanda derin bir manevi deneyim sunduğuna değindi.
Açlık ne muhteşem bir terbiye?
Sevap kazanmanın dışında oruç tutmakla, akşama kadar aç ve susuz kalmakla başka ne gibi şeyler kazanabileceğimizi, hangi erdemleri elde edebileceğimizi hiç düşündünüz mü?
Öncelikle, kendi acziyetimizi idrak etmenin zirve noktasına başka hangi eğitimle, hangi tecrübe ile ulaşabilirdik ki? Oruçtan daha iyi insanoğluna haddini bildiren, boynunu büken ne vardır?
İşte bu şekilde yemediğimiz, içmediğimiz zaman, yani şu tuttuğumuz orucun biraz daha uzamasıyla yok olacak, ölecek bir yapıya sahip olduğumuzu nasıl kavrayabilirdik?
İnsanlığın asla unutmaması gerektiği, bir an olsun aklından çıkarmaması gerektiği halde, buna rağmen en çok unuttuğu veya en az aklına getirdiği hakikat bu değil midir?
Bütün azgınlıkların ve tuğyanların kaynağı insanoğlunun kendi acziyetini unutması değil midir?
Ve her şeyden önemlisi, yaratılan ve Yaratan arasındaki en muhteşem farklardan birini oruçla, açlıkla, susuzlukla kavrayacağız eğer kavrayabilirsek.
Biliyor musunuz, Allah Teala Kitabında kendisini bize tanıtırken; “Vehuve yut’ımu velâ yut’am - Herkesi doyurup besleyen, fakat kendisi doyurulup beslenmekten münezzeh olan…” şeklinde tanıtıyor. (En’am Suresi/14)
Ve Allah Teala açlığın, yeme içmenin beşeriyete ait bir acziyet olduğunu daha da somutlaştırarak Hıristiyan dünyasına hitap ediyor:
“Meryem oğlu Mesih ancak bir rasuldür, kendisinden önce gelip geçen rasûller gibi. Annesi çok sâdık bir kadındı. İkisi de yemek yerlerdi…”(Maide suresi 75)
Aslında Müslümanlar olarak bugün Ramazanı, orucu ve açlıkla idrak ettiğimiz acziyet tecrübemizi disiplinli bir şekilde Batı dünyasına taşımakla ve onlara şunu haykırmakla yükümlü değil miyiz?
Ey Hıristiyan âlemi, ey İsa Aleyhisselam’ı ve Meryem validemizi ilahlaştıranlar! Söyleyin, İsa Aleyhisselam ve Annesi yiyip içmiyorlar mıydı? Yemedikleri ve içmedikleri zaman ölmek durumunda değiller miydi?
Peki. O halde yemedikleri, içmedikleri zaman yok olup gitmeye, ölmeye mahkum olan birilerini nasıl olur da siz ilah olarak kabul edersiniz? Sadece Allah değil midir doyurulup beslenmekten münezzeh olan?
Yeryüzünde aç kalanları ancak aç kalarak daha iyi görmüyor muyuz? Uzun uzun anlatmaya gerek var mı bilmem? Aç kalarak daha iyi anlamıyor muyuz Gazze’yi, Afrika’yı ve yeryüzünde kıtlık yaşayan insanları?
Bütün bir insanlığın vicdanını ve merhametini uyandırmanın ve diri tutmanın yolu ramazandan, oruçtan daha güzel ne ile yapılabilir?
Vahiy, insanlığın dikkatini baştan beri hep bu noktaya çekmiştir. Açları doyurun, demiştir; Fakirleri, miskinleri gözetin, demiştir; Kölelerin boyunlarındaki zincirleri çözün, demiştir; Servetin sadece birilerinin elinde toplanmasına engel olun, demiştir.