Sempozyum ve Görüş Ayrılıkları: Sempozyumda Osmanlı'nın kuruluş tarihi olarak öne çıkan 1302'ye karşı çıkanlar arasında Söğüt Belediye Başkanı Osman Güneş, Osmanlı'nın kuruluş yerini Söğüt olarak savunarak görüş ayrılıklarının sıcak bir şekilde yaşandığı bir atmosfer oluştu.

Tarihi Eserlerin Durumu: Sempozyumun odak noktalarından biri, Yalova'da bulunan tarihi eserlerin ve mezarlıkların durumu oldu. Rüstem Paşa Camii ve Külliyesi'nin bakımsızlığının, tarihî eserlere duyulan ilgi ve sorumluluğun sorgulanmasına yol açtığı belirtilirken, Yalova Belediye Başkanı Sayın Yakup Bilgin Koçal, konunun bir süreç olarak değerlendirilmesi ve Yalova'nın bu konudaki sorumluluğunu yerine getirmesi gerektiğini belirtti.

Tartışmanın Yansımaları: Sempozyumda ortaya atılan iddialar ve bu iddialara karşı gelişen tepkiler, Osmanlı tarihini yeniden değerlendirme ve bilgi eksikliklerini giderme çabalarını beraberinde getirdi. Ancak, Osmanlı'nın kuruluş yeri ve yılı konusundaki kesin bir görüş birliği sağlanabilmiş değil, ve tartışmalar sürüyor.

Osmanlı Devleti'nin İstiklali: Yazı, Osman Gazi'nin liderliğindeki bağımsızlık mücadelesine odaklanarak, Osmanlı Devleti'nin temellerinin bu dönemde atıldığını vurgular. Osman Gazi'nin cesareti ve liderliği, Osmanlı'nın bağımsızlık mücadelesini şekillendiren önemli faktörler olarak belirtilir.

Farklı Görüşler ve Eleştiriler: Yazı, Osman Gazi'nin liderliğini, hukuki, ekonomik, sosyal dayanışma, askeri organizasyon gibi faktörlerin birleşiminden kaynaklanan bir başarı olarak tanımlar. Ayrıca, Georgios Pachumeres'in Bapheus savaşı iddiasını ve Halil İnalcık'ın Osmanlı'nın kuruluş tarihini değiştirmeye yönelik önerilerini eleştirir.

Yalova Üniversitesi Rektörü'nün Tutumu: Yazı, Yalova Üniversitesi Rektörü Prof. Niyazi Eruz'un Osmanlı'nın kuruluşunu değiştirme önerilerine eleştirel bir yaklaşım sergiler. Rektörün "Tarihe bakış insanların kabiliyetleri kadardır" sözüne karşı çıkılır ve doğruya doğru demenin önemine vurgu yapılır.

Sonuç ve Değerlendirme: Osmanlı'nın kuruluş yeri ve yılı üzerine yapılan sempozyum, tarihçiler arasında farklı görüşlerin ve tartışmaların devam ettiğini gösteriyor. Tarihi eserlerin bakımsızlığı ve mezarlıkların durumu gibi konular da bu tartışmanın sadece akademik bir mesele olmadığını, toplumsal bir hassasiyeti de beraberinde getirdiğini gösteriyor.

Tam metni

Osmanlının Değiştirilmek İstenen Kuruluş Yeri Yılı ve Yalova

Osmanlının Değiştirilmek İstenen Kuruluş Yeri, Yılı Ve Yalova

En uzun ve en verimli “Hakikat Medeniyeti Devleti - Osmanlı İslam Devleti”nin kuruluş yılı ve yeri, altı yüz yıl sonra, ancak bugün biline biliyorsa! Doğrusu bu durum, milletimiz ve Devletimiz için yüz kızartıcı bir durumdur. Biz inanıyoruz ki, Milletimizin ve Devletimizin yüzü aktır. Yanılgıda olanlar başkaları ve yabancılardır.

27 Temmuz 2009 tarihinde, Prof. Dr. Halil İnalcık öncülüğünde, Yalova, Bilkent Üniversitelerince ortaklaşa düzenlenen sempozyuma; Prof. Dr. Halil İnalcık yalnız bireysel olarak destek vermeyip, İcra Kurulu Başkanı olduğu IAOSEH de (International association of Otoman social and Economic History / Uluslar arası Osmanlı Sosyal ve Ekonomik Tarihi Kuruluşu)’nun kurumsal desteği ile gerçekleştirilen Osmanlı Devleti’nin kuruluş yılı ve tarihi üzerine yapılan toplantı da; Osmanlı Devleti’nin 1299 yılında da Söğütte değil de, 1302 senesinde Yalova da olduğunu ileri süren Sayın Prof. Halil İnalcık’ın görüşlerini, Yalova Rektörü Sayın Eruslu ve Toplantıya katılanlarca benimsenip kamuoyu ile paylaşılması Yalova ve Söğüt’te tartışma konusu oldu.

Dünya Kudüs Haftası Başladı: Barışçıl Gösterilere Çağrı Yapıldı Dünya Kudüs Haftası Başladı: Barışçıl Gösterilere Çağrı Yapıldı

Cumhuriyet öncesi ve sonrasında, Osmanlı Devletinin parçalanmasından doğan elliye yakın devletin milli eğitim bakanlıklarınca da hazırlanmış tarih kitaplarında, askeri okullarda asırlardır okutula gelen Osmanlı Devleti Kuruluş yılı ve yeri hakkındaki bilgiler alt-üst edildi. Kafalar karıştırıldı ya da karıştırılmak mı isteniyor?

Yalova’da yaşamanın sorumluluk bilinci içinde, olayı farklı bir boyuttan ele alarak, olayın dışında kalmadığımızı, kalamayacağımızı göstermek, susmak yerine, kim söylediyse de, hemen o fikri kabullenmeden önce araştırmak, şüphelerimizi, endişelerimizi var olan, elle tutulur gerçekleri ortaya koyarak Hak ve Hakikatten yana olduğumuzu, doğru ve güzel olana gölge düşürülmesine razı olmadığımızı amaçladık. İçten konuşarak, dedikodulara kulak vererek değil, dobra dobra düşüncelerimizi ortaya koymak istedik.

Öncelikle konuyla ilgili Yalova yerel basınında çıkmış birkaç kupür ve Yalova, Söğüt Belediye Başkanlarının açıklamalarını görelim.

Konuyla ilgili Yalova ve Söğüt Belediye Başkanlarının Açıklamaları:

Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Tarihi Sempozyumu’nda tarihçi Prof. Halil İnalcık’ın ortaya attığı “Osmanlı devleti 1302’de Yalova da kuruldu iddiası Yalova Belediye Başkanı Sayın Yakup Bilgin Koçal konuyla ilgili şöyle konuştu;

“Bu bir süreçtir. Mühim olan bu süreçte Yalova’nın üzerine düşen görevi yapmasıdır. Mesele kentler arası bir mesele olarak algılanmamalı. Bu bilimsel yeni bir gerçekliktir. Bu bir ezberin bozulmasıdır. Bunun kabul görmesini akademisyenlere ve bilimsel çalışmalara bırakmak gerekir. Bu süreç sonunda muhakkak Yalova’nın ciddi kazanımları olacağı ortaya çıkacaktır.”

Söğüt Belediye Başkanlarından Osman Güneş konuyla ilgili şu açıklamayı yapmıştır; “tarihi yeniden yazmanın gereği yok. İnsanlar tarihi geriye çeviremez. İnalcık’ın çalışmasında Bizanslı tarihçinin anlattığı bir savaş var. Osmanlının kuruluş yeri Söğüt’tür. Ötesi yok. Kültür Bakanlığı’nın tescil ettiği ‘Kuruluştan Kurtuluşa Tarih ve Kültür Yolu Projesi’ne de Bilecik, Kütahya, Çanakkale katıldı. Madem Yalova da kuruldu, o zaman niye Yalova’nın ismi yok? Yalovalılar tarih turizminin peşinde koşup, tarihin ticaretini yapıyorlar. Hiçbir endişemiz yok, tarih yeniden yazılamaz. 7 asırdır herkes biliyor ki, imparatorluğun kuruluş yeri Söğüt.”

Yalovalının, Osmanlı devletinin falan tarihte, Yalova da kurulmuş ya da kurulmamış gibi bir kaygısı yok. Haftalar öncesinden Yalova’nın yerel gazeteleri, Osmanlı Yalova da kurulması ve yapılan uluslar arası sempozyumla ilgili tanıtımlara ve haberlere geniş yer verdi. Reklam panolarında ki tanıtımlara, Kocaeli – Bursa, Bursa - Kocaeli yönündeki tüm üst geçitlerde halkın dikkati çekecek panolar asıldı.

“OSMANLI’NIN YALOVA DA KURULDUĞUNU BİLİYOR MUSUNUZ?”

“OSMANLI DEVLETİ’NİN KURULUŞ TARİHİ SEMPOZYUM MU?”

“ŞU AN OSMANLI DEVLETİ’NİN KURULDUĞU TOPRAKLARDAN GEÇİYORSUNUZ”

Yalovalılar bu yakın zaman da başka bir kıta’dan, ya da uzaydan gelmediler buraya. Onlarda bu ülkenin evlatları, vatandaşları. Bu devletin okullarında eğitim aldılar. Asırlardır kabul görmüş,biline gelen, Osmanlı devletinin kuruluş yeri ve yılının 1299, Söğüt olduğudur. Cumhuriyet öncesi Osmanlı Devlet yöneticileri ve daha sonra T.C.Devleti, kendi medarı iftiharı Büyük Devletinin kuruluş yılı ve yerini bilmiyor ve bunu, asırlardır milletine yanlış öğretmişse, bundan böyle bu devletin öğrettiği her bilgiye şüphe ile bakmak hakkına millet olarak sahibiz demektir. Milletimiz bir aşiret ve kabile topluluğu mudur ki, kendi devletinin kuruluş yılını ve yerini tespit edemesin, karıştırsın ve yanlış öğretmiş olsun?

Yalova’da ki sempozyum da Sayın Prof. İnalcık kendi ifadeleriyle;

“Fakat ben Osman Gazi’nin bir Bizans Ordusuna karşı zafer kazandığını, şöhretinin Anadolu’da yayıldığını bir çağdaş Bizans’ın kaynağına göre tespit ettiğimden Osmanlı Beyliğinin başlangıcını 1302 de kabul ettim”.

Sayın Prof. İnalcık’ın bu kendi şahsi görüşleri ne Devleti ve ne de diğer bilim adamlarını ve halkı bağlar. Varsın Sayın Profesör böyle inansın. O da onun kişisel görüşü. Osmanlı Devletinin Kuruluş yeri ve yılı diğer tarihçilerimiz, tarih araştırmacıları ve T.C. Devletinin yetkili mercileri ve Milli Eğitim Bakanlığı yetkililerince kabul edilip Devlet okullarında okutulduğu tarih kitaplarında Sayın Prof. İnalcık’ın aksine Osmanlı Devletinin 1299 yılında Söğütte kurulduğu gerçeği asırlardır kabul görmüştür. Ancak Sayın İnalcık’ın birkaç yıl önce rastladığı Bizanslı tarihçisi Georgios Pachumeres’in, Osman Gazi’nin Bizans’ın, Anadolu’daki Bizans Tekfurlarını korumak için gönderdiği orduyu Hersek Ovasında (Yalak Ova) 27 Temmuz 1302 de Bapheus Savaşında yenerek kazandığı zaferle Anadolu da tanınmasını ileri süren tespitlerini Bizans tarihçisinin görüşlerine dayandırılması, Osmanlı’nın anlayışı, yaşayışı ve idealleriyle bağdaşır olmadığı aşikârdır. Varsın Sayın Prof. İnalcık böyle inansın. Bizim kendilerine diyeceğimiz yok. Bunu, şahsına özel bir farklı bakış diye kabul ederiz. Ancak, bu görüşünü kesin bilimsel kabul edip, kendisini paylaşmayan, kendisine katılmayanlara da “Kafasında yerleşmiş bir takım hurafelerle itiraz edenler” olarak görmesini hangi bilimsellikle bağdaştırdıklarını sorma hakkımızdır.

Kendilerini “tarafsız tarihçi” olarak nitelemeleri karşısında; Tarihçi taraf olabilir mi? diğer tarihçilerimiz taraf mı? Kendilerine sormak istiyoruz. Ayrıca Osman Bey, Bizans tarihçisinin iddiasınca ve Sayın İnalcık’ın tasvip ettikleri 1302 Bapheus Savaşı öncesi Anadolu da hiç mi tanınmıyordu? Osman Gazi gökten düşmüşçesine 1302 de birden bire mi ortaya çıktı? O tarihten sonra Anadolu da tanınmaya başlandı demek ne kadar mantıklı ve bilimseldir? Bizanslı tarihçi ve Sayın Prof. İnalcık’a göre tanınma bu tarihte başlamıştır. Oysa gerçeklerin hiç böyle olmadığını diğer tarihçilerimiz yer zaman, isim vererek tarihi süreci gözler önüne sermişler en detay noktaya kadar incelemişlerdir. O yüzden de Bizans tarihçisinin ve Sayın İnalcık’ın benimsedikleri Bapheus Savaşını o kadar önemsememişlerdir.

Osman Bey’in yönetiminde organize bir güç olan Osman oğulları, çevredeki Bizans Tekfurlarını birer birer yıkması, hâkimiyeti altına alması, disipline etmesi herhalde kendiliğinden gerçekleşmiyordu.

Dünyaya altı asır hükmetmiş, Hakikat Medeniyetini dünyanın bir ucundan diğer ucuna taşımış, insanları zulümden, kölelikten kurtarmış, hak, adalet ve medeniyet götürerek hizmet vermiş olan “Hakikat Medeniyeti Devletini” hakkında ortaya atılan kuruluş yeri ve kuruluş tarihi sempozyumuna Yalovalı anlamlı bir gülümseyişle birbirlerine; bu da neyin nesi diye sormuş, yetkililerin onca reklamlarına rağmen toplumsal bir heyecan uyandırmamıştır.

Şu soru herkesin merak konusudur; Gerçekten Osmanlı Yalova’da mı kuruldu?

Osmanlı Yalova da kuruldu iddiasına sosyolojik açısından verilecek cevabın çok daha gerçekçi olacaktır.

Sayın Prof. İnalcık, Bizans tarihçisinden yola çıkarak, Osmanlı Devletinin Yalova da, 1302 tarihinde kuruldu görüşünün devlet ve milletçe doğru kabul edilip benimsenmesini istiyor. Bu kanıya varmadan önce Sayın İnalcık, Yalova da ki Osmanlı vakfiye eserlerine, halkın tarih, örf ve sosyokültürel hassasiyetlerini, Osmanlı bağlantılarını incelemişler midir? Bir elin parmakları sayısından az olan Yalova’daki Osmanlı eserlerine Yalovalı sahip çıkarak korumuş, onları yaşatmak için ne yapmışlardır?

Bu soruların cevabı Osmanlı Devletinin Yalova da kurulup kurulmadığının da cevabı olacaktır.

Şimdi Yalova’daki Osmanlı eserlerine bir göz atalım.

1 - Çeşitli depremlerle hasar gören Hersekzade Ahmed Paşanın vakfettiği külliyesi uzun yıllar bakımsızlıktan adeta tamamen yok olması için bekletildi. Nihayet Yalova Valisi Sayın Doç.Yusuf Erbay şahsi gayretleriyle restorasyon başmış, fakat bu hususta da gerekli hassasiyetin gösterilmediği gündeme gelmiştir. Geniş bahçesindeki ağaçların büyük kısmı yıllar içinde bakımsızlıktan kurumuş, bahçedeki hamam, medrese ve mezarlıklar yıkılmış, Hersekzade Ahmed Paşa’nın ilginç mezarı da maalesef hasarlı, bakıma muhtaç durumdadır.

Yalova Merkez Camii şeklinde bilinen ve gerçektende Yalova’nın merkezinde, mimarının Mimar Sinan olduğu söylenen, “Rüstem Paşa Camii ve Külliyesi” tam anlamıyla içler acısıdır. Külliyeden eser kalmamıştır.

Caminin yanındaki ve camii ile aynı taş işlemeciliğinde yapılmış olan tarihi hamamın orijinal dış cephesi fayans örülerek kapatılmış, birkaç el değişimi ile özel kişilerin tapulu malı olarak işlevini sürdürmektedir. Tarihi caminin şadırvanı, etrafında ki bahçe duvarları yıkılmış, minaresi depremde hasar gördü gerekçesi ile kaidesi üzerinden yıkılarak camii minaresiz bırakılmıştır. Tarihi Rüstem Paşa Vakfiye Camiinin son cemaat mahfillerini bir tarafı kitap satışı, fotokopi çekimi yapılan bir ticarethaneye dönüştürülmüş, caminin duvarına minare yerine kocaman yukardan aşağı fotokopi yazısı yazılmış hali, (aşağıdaki resimde görüleceği gibi) bir vakfiyeye yapılabilinecek saygısızlığın sınır tanımazlığın göstergesi gibidir.

Son zamanlara kadar son cemaat yerinin diğer mahfili ise Kızılay kan alma merkezi olarak kullanılmaktayken şu an ki kapalı bir vaziyeti sanki farklı bir ihtiyaç için rezerv olarak tutulduğu intibasını veriyor. Camii avlusunda bulunan bazı tarihi mezarlar tamamen yok edilmiştir. Caminin kalan iç kısmı için kadınlar camisi tabelasını görmekteyiz. Camii bahçesi, yan tarafında bulunan küçük bir çay ocağının ön bahçesi işlevini görmektedir. Masalar, yağmurlu ve güneşli günlerde gölgelikler, camii duvarı dibinde kül tablaları ile bir ibadet hane bahçesine yakışmayan bir görünüm sergilendiği herkesin, her gün gördüğü bir manzaradır. Ve Yalovalılar bundan pek de rahatsız değillerdir. Böyle olunmasaydı, Milletinin hizmetine vakfedilmiş bu külliye, böylesi vakıf anlayışından uzaklaştırılıp mahzunlaştırılamazdı.

Aynı camii ile ilgili diğer bir üzücü yanı da Yalovalıların bu camii müze yapma istekleridir. Müze yapmış olsalarmış tarihi yapı korunur! ve bakınır olur muş!? İşte Yalovalıların Osmanlı ideal ve vakfiyelerine bakışı budur. Bu da bize gösteriyor ki Osmanlı Yalova da kurulmamıştır. Şayet böyle bir belirti olmuş olsaydı onca Osmanlı Padişahı mutlaka buraya ilgi gösterir, önemli vakfiyeler inşa eder, mamur eder, daha önemlisi Yalovalılar var olan birkaç Osmanlı vakfiyesini ve hatırasını gözü gibi bakardı. Son Osmanlı Padişahlarından Sultan Reşat Yalova’ya değil de Yalova’nın Güney köyüne (eski ismiyle Reşadiye) camii ve çeşme yaptırması manidar değil midir?

3- Yine Yalova’daki Osmanlı yapıtlarından, suyu Safran köyünden gelen, tarihi değirmenin yerinde artık yeller esiyor. Son zamanlara kadar tarihi değirmen, kesme taş duvarlarıyla, bahçesinde kocaman ağaçlar ve kısmen çatısıyla ayaktaydı. Ancak bu yapı, Osmanlı eseri olduğu göz ardı edilerek, Yalova da sanki başka verilecek yapı ya da Cem Evi yapılacak yer yokmuşçasına bu Osmanlı hatırsı değirmen Hacı Bektaş-ı Veli Derneğine verildi. Onlarda tamamen yıkarak yerine Cem evi yaptılar. Tarihi değirmenden geriye bir tek tarihi taş dahi kalmadı.

4- On yedi Ağustos Deprem Parkı karşısındaki bazı blok apartmanların yapıldığı alanların bir kısmı ve şehir içi Pazar yerinde Yalova’nın en eski tarihi mezarlıkları vardı. Birinde blok apartmanlar dikildi, diğeri düzlenip Pazar yeri yapıldı. Alışkanlık devam etti. Yine şehir merkezinde kocaman ağaçlarıyla bir buket gibi duran, diğerlerine göre nispeten 30-40 yıllık mezarlık top sahasına çevrildi. Şimdi sormak istiyorum; Yalova, Osmanlı Devletinin temellerinin atmış bir şehir olmuş olsaydı, Osmanlı geleneğinde olmayan, mezarlıklar yok edilir miydi? Bu sosyolojik gerçekler de Osmanlının Yalova da kurulmadığını adeta haykırıyor.

Atalarının vakıf eserlerini bile korumayan, onları gelecek kuşaklara taşımayan, yıkılışına, tarumar edilişini umursamayan, hiçbir Osmanlı Sultanının Atalarının kurulduğu iddia edilen mekâna hiçbir vakıf eser yapmamış olmaları da Osmanlının Yalova da kurulmadığının kanıtıdır.

Toplumun örf ve geleneklerini, süre gelen medeniyet anlayışını ve yaşayışını hesaba katmadan, göz önünde bulundurmadan Osman Gazi’in bir Bizans savaşını Yalova topraklarında kazanmış olmasını Osmanlı Devleti’nin Yalova’da kurulduğu şahsi görüşünü gerçek diye kabul edilmesini istemenin gerçekçi olmadığı aşikâr. Yukarıda dikkat çekilmeye çalışılan sosyal ve tarihi gerçekler göstermiştir ki Osmanlı Devleti Yalova da kurulmadığının toplumsal haykırışlarıdır. Bu görüntüler; gözleri olanların göreceği kadar net, bu haykırışlar, kulağı olanların duymasından ötedir.

Şu soruyu sormaktan kendimizi alamıyoruz; Tarih konusunda ülkemizde söz sahibi olan yalnız Sayın Prof. İnalcık mıdır? Diğer tarih Profesörlerinin ondan ne eksiklikleri vardır? Onların dediği önemsenmiyor da, Sayın İnalcık ne dediyse kabul edilişinin hikmeti nedir? Neredeyse bütün Osmanlı tarihçileri Ahmed Cevdet Paşa dahil olmak üzere 1299 tarihi kabul ediyorlarken ve Sayın inalcık’ın çağdaşı, bugünün tarihçilerinden İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Prof. Osman Turan, Yılmaz Öztuna, Prof. Dr. Ahmet Akgündüz ve diğer pek çok konunun uzmanları Osmanlı’nın kuruluş yılı ve yeri konusunda Sayın Prof. İnalcık gibi düşünmedikleri bir gerçek. Ayrıca ciddi ansiklopedilerden Meydan Larus, Ana Bretanika, İslam Ansiklopedisi Sayın İnalcık’ın görüşünün aksini, yani Osmanlının kuruluş yılının 1299 ve kuruluş yerinin de Söğüt olduğu gerçeğini bir savaşa ve o savaşla tanınmıştan öte farklı gelişmelere bağladıkları aşikâr. Selçuklulardan süre gelen gelişmeleri, medeniyetimiz ve geleneğimiz perspektifinden değerlendirilerek onlarca ciltler dolusu eserler ortaya koyan diğer tarihçilerimiz Sayın İnalcık’ın kaynak olarak okuduklarını ve beklide henüz daha okumadıklarını da okuyarak, Osmanlı’nın kuruluşunun 1299 ve Söğüt olduğunu tespit etmişler ve asırlardır bu görüş Osmanlı ve T.C.Devletinin tasvip ettiği bir görüş olarak öğretile gelmiştir.

Sayın Prof. İnalcık’ın bahsettiği Bizans tarihçisi Georgios Pachymeres’in bahsettiği Hersek Ova da ki (Yalak ova) Bapheus Savaşı, “Tevarihi-i Ali Osman” adlı eserde tespit ettiğini, bu kaynakta verilen bilgilerle Bizans tarihçisinin anlattıkları noktası noktasına örtüşüyor ifadeleri de yine Sayın İnalcığa ait. Bu demektir ki Bizans tarihçisinin adlandırması ile “Bapheus” savaşını Osmanlı tarihi kaynaklarından; “Tevarih-i Ali Osman” isimli eserde anlatılmış ve diğer tarihçilerde bu kaynağı görmüş ve buna rağmen Osmanlı’nın kuruluşunun 1302 Yalova değil, 1299 Söğüt olduğunu tespit etmişlerdir.

En uzun, en verimli “Hakikat Medeniyeti Devletimizin” kesin kuruluş yılı ve yeri altı yüz yıl sonra ancak bugün biline biliyorsa! Doğrusu bu durum, milletimiz ve Devletimiz için yüz kızartıcı bir durumdur. Biz inanıyoruz ki, Milletimizin ve Devletimizin yüzü aktır. Yanılgıda olanlar başkaları ve yabancılardır.

Gençliğimizin ve ilgilenenlerin bilgi tazelenmesi açısından Osmanlı Devletinin Kuruluş öyküsünü “İslam Ansiklopedisi ve “Meydanlarus” un ilgili maddelerinden özet alıntılarla dikkatlerinize sunmak istiyorum.

Osmanlı devletinin İstiklali 1299 da Osman Gazi ile başladı.

“Osman Bey, babası Ertuğrul Gazi’nin vefatından sonra, cesaret ve mertliği, ahlaki meziyetleri dolayısı ile aşiret, kavim ve kabileye baş olacak mevkide ve vasıfta görüldü, amcası Dündar Bey de dâhil olduğu halde herkes ona itaatini ve sadakatini arz etti. O, evvela babasının komşu Rum tekfurları ile hoş geçinmek siyasetine devam etti. Bunlardan Bilecik tekfuru en fazla emniyet edilen ve saygı gösterilen tekfur idi. Ertuğrul zamanından beri aşiret yaylaya çıkarken, nakli ağır eşyayı Bilecik’te emanet bırakmak ve dönüşte tekfura hediyeler göndermek suretiyle, bırakılan bu eşyayı teslim almak adet idi. Ancak bunların verilmesinin ve alınmasının kadınlar ile silah kullanmaya muktedir olmayan gençler marifeti ile yapılması şart idi. Bu şarta iki tarafça da tamamen riayet olunuyordu. Osman Bey’in hediyeleri, eskisi gibi, keçi postu, kilim, eğer takımı, peynir ve bal gibi şeylerdi. Tekfur da buna karşılık hediyeler gönderirdi. Hâlbuki İnegöl Rum tekfuru, Osman Bey aşiret ve oymaklarının yaylaya gidiş ve gelişinde çok defa yolunu keserek, bunlara zarar verdirmekten geri kalmıyor, bazen da bu yüzden çarpışmalar oluyordu. İne-Göl (Angelo Coma) tekfuru ise, Osman Bey’in kudret ve nüfusunun günden-güne arttığını ileri sürüyor, bu halin ileride kendileri için bir tehlike yaratacağını komşu tekfurlara bildiriyor, onları da Osman Bey aleyhine teşvik ediyordu. Bilecik tekfuru bu telkin ve teşviklerden Osman bey’i haberdar edince, o da, aşiretin ileri gelen gazileri Akçakoca, Abdurahman Gazi, Konur Alp, Aykut Alp, Turgut Alp ile müzakere etti ve netice de İne-Göl hisarının zaptı kararlaştırıldı. (683–1284). İnegöl tekfurunun olayı haber almasıyla Pazar köy civarında pusuya düşürülen Osman Bey çok kanlı geçen bir savaşta yeğeni Saru Yatı’nın oğlu Bay Koca şehit düşer. Bu savaştan birkaç gün sonra İne-Göl’e yakın bir mesafedeki Koçla kalesini basan Osman Bey ahalisini teslim alarak kaleyi zapt eder. Bu hadise İnegöl tekfurunun Karaca –Hisar tekfuru ile ittifakına yol açtı ve Tomaniç yakınında Erice denilen mevki de yeni bir çarpışma vuku buldu. Burada düşman bozularak kaçtı ise de Osman Bey’in kardeşi Saru Yatı (veya Saru Batı) da burada şehid düştü (1288). Saru Yatı’nın naşı Söğüt’e getirildi ve orada Ertuğrul Gazi türbesine defnolundu.

Selçuk hükümdarı Giyaş-al-Din Mas’ud umumi siyaseti cümlesinden olarak, uç beylerini taltif ettiği sırada, Osman Bey’e de bir ferman göndererek ona Söğüt’ü mülk olarak vermişti. O da sultana yararlığını ispat ve teşekkürlerini takdim için bir vesile olmak üzere, yeni bir gaza yapmaya karar verdi ve mühimce bir kuvvetle İne-Göl’e doğru hareket etti. Ansızın baskın yaptığı Bizanslar ile vuku bulan savaşta İne-Göl tekfuru Nikola ve birçok muhafızlar öldürüldü hayli ganimet ve esir alındı. Osman Bey bunlardan bir kısmını da Selçuklu sultanına takdim imkânını bulmuş oldu.

İne-Göl tekfurunun ölümü ile bu cihetten vuku bulan tecavüzlere ve tehditlere son verilmiş oldu. Karaca-Hisar tekfurundan başka diğerleri ile, Osman Bey bir müddet iyi geçindi, fakat bu hal çok sürmedi. Osman Bey’in uç beyliğini mütemadiyen genişletmeye Muaffak olması Bursa ve İznik gibi büyük ve ehemmiyetli kale ve şehirlerin tekfurlarını endişeye düşürdü. Bu genişleme İne-Göl, Yar-Hisar, (Yeni Şehir ile Osman İli arasında) Yeniş-Şehir gibi Bizanslılar elinde olan yerlere doğru güney doğu Eski-Şehir ve İn-Önü istikametinde uzanıyordu.

1289’da Selçuklu Sultanı Osman Bey’e Kara Balaban Çavuş vasıtası ile bir ferman daha gönderdi. Bununla birlikte tuğ, âlem, kılıç, gümüş takımlı at v.b. gibi hediyeler. Bu ferman da Söğüt ve Eski-Şehir’in ilhakı ile teşkil olunan sancağa Osman Bey’in tayin edildiği ve o sıralarda Selçuklu hükümetice alınan miri vergilerin hepsinden muaf olduğu bildiriliyordu. Beylik alametlerinden olan bu sancağın ak ve tabl-hanenin de mehteri ile birlikte bulunduğu nakledilmektedir. (Feridun Bey, Münşaat, I, 58; Hadidi’den naklen necip, asım_Mehmed Arif, Osmanlı Tarihi, I, 581) Osman Bey bu fermanı da hususi bir merasim ile okuttu ve cevabını Turgut Alp ile takdim ettikten sonra, gazileri ile birlikte, İznik üzerine yürüdü. Hisar alınmamakla beraber, bazı ganimetler elde edildi. Bu hareketlerin uzayıp gitmesi Bizansları endişeye düşürüyordu. Karaca-Hisar ve Yar-Hisar tekfurlarının elebaşlılığı ile Osman Bey aleyhinde bir ittifak akdine kalkıştılar. Bunun üzerine kendisi Karaca-Hisar’ın behemehal ve bir an önce zaptının gerekli olduğuna kani oldu ve bu maksatla Selçuklu Sultanından yardımcı kuvvet istemiş ve onunda bunu kabul etmiş olmasına rağmen ilhanlıların yeni bir taarruzu dolayısı ile, buna muktedir olamaması üzerine, bu işi yine sadece kendi imkanları ile bizzat başarmak kararını aldı, gazileri topladı ve fethini gayet ehemmiyetli telakki ettiği Karaca-Hisar üzerine yürüdü. Uzun bir muhasaradan ve kaledekilerin müteaddit dışarı çıkma hareketlerini kırdıktan sonra nihayet harben zapta Muaffak oldu.(1291) ve birçok ganimet ve esir aldı.

Osman Bey alınan ganimetlerin beşte birini kardeşinin oğlu Ak-Timur ile Konya’ya, sultana gönderdi, geri kalanları gazilere taksim etti ve Rumların evlerini de onlara mülk olarak verdi. Karaca-Hisar kalesinin kilisesi camiye dönüştürüldü ve burada ulemadan Tursun Fakih hutbede, ilk defa olarak, Osman Bey’in adını zikretti. Şer-i işleri görmek üzere, Karaca-Hisar’a bir de kadı tayin edildi. Bu başarılara Selçuklu hükümdarı da memnun oluyor ve Osman Bey’in başında bulunduğu bu uç beyliğinin bir hayatiyet kudretine sahip olduğu anlaşılıyordu. Osman Bey müteakiben Sakarya nehri kuzeyindeki yerlere akın yapmayı tasarladı (1292) ve bu hususu Köse Mihal ile de istişare etti. Onun tavsiyesini dinlediği gibi evvelce İnegöl taraflarındayken, bilahare Mudurnu taraflarına göç etmiş olan ve Ertuğrul Gazi’nin adamlarından bulunan Samsa Çavuş’a haber göndererek, onunda bu akına iştirakini temin etti. Bu akın esnasında Sorgan köyü, Göynük, Taraklı-Yenicesi ve Mudurnu tarafları yağma edilmiş, birçok mal elde edilerek dönülmüş idi. Bu vak’adan sonra 7 sene geçti ve bu müddet zarfında Osman Bey kuvvetlerini iyice tertip ve disipline etti, durumunu kuvvetlendirdi. Fakat civar kalelerdeki Bizans tekfurlarının da ona husumeti artıyordu. O zamana kadar her sene aşiretin kıymetli eşyasını kalede muhafaza etmiş olan Bilecik tekfuru bile Osman Bey’in düşmanları arasına girmişti. Köse Mihal kızının düğünü esnasında, bu düğüne davet edilen Rum beylerini Osman Gazi ile barıştırmak istedi ise de, Muaffak olamadı. Bilakis onlar, Köse Mihal’i de kendi taraflarına çekmek istediler ve Yar-Hisar tekfurunun kızı ile evlenecek olan Bilecik tekfurunun yaptığı bir düğünde Osman Bey’e bir suikast tertibini düşündüler. Bu tertiplerden Köse Mihal vasıtası ile haberdar olan Osman Bey ise, karşı tedbir alarak daveti kabul etti: düğün hediyesi olarak, bir sürü kuzu gönderiyor, düğünü müteakip bütün kabilenin yaylaya çıkmak mecburiyetinde bulunduğunu ve eskiden beri olduğu gibi, kıymetli eşyalarının kadınlar vasıtası ile kaleye gönderilmesine müsaade edilmesini talep ediyordu. Bilecik tekfuru, eline güzel bir fırsat geçtiğini hesaplayarak buna memnun olmuş ve düğün yeri olarak kararlaştırılan Bilecik’e birkaç saat mesafedeki Çakır-Pınarı denilen mahalle gitmişti. Osman Bey ise, aşiretin ağır eşyası yerine, atlara silah yükletip 40 kadar yiğit ve seçkin gaziyi de kadın kıyafetine sokarak, Bilecik’e gönderdi. Bu gaziler düğün münasebeti ile boş kalacak ve ihmal edilecek olan kaleyi zapt etmekle görevlendirilmişlerdi. Hakikaten tam zamanında hareket ederek, Bilecik kalesini kolaylıkla ele geçirdiler. Keyfiyetten haberdar olan Osman Bey de, yanındaki diğer gazilerle birlikte Kaldırık-Derbendi denilen yerde düğünden dönen Bilecik tekfuruna pusu kurdu ve onu hezimete uğrattı. Bu esnada düğün halkının çoğu, tekfur ve mahiyeti de dâhil, öldürülmüşlerdi. Osman Bey, sabaha karşı Yar-Hisar üzerine yürüdü ve ansızın kale kuşatılıp zapt olundu; geline ait eşyalar ganimet olarak alındı ve sonra Bilecik’e dönüldü. Bilecik ve Yar-Hisar’ın kolaylıkla fethinin doğurduğu şaşkınlık ve düşman maneviyatının sarsılmasından istifade için Turgut Alp’ı (İdris Bitlisi’ye göre: Aykut Alp) bir miktar süvari kuvvet ile İne-Göl üzerine yolladı. Turgut Alp bu kaleyi harben zapta Muaffak oldu. Kalenin tekfurunu ve ganimetleri de Osman Gazi’ye getirdi. Osman Bey bu vaka’larda alınan ganimet ve esirlerden gelin ile eşyasını alı koydu, geri kalanı tamamen gazilere dağıttı. Nilüfer adında olan gelini de, bu hadiselerde pek çok yararlılığı görülen oğlu Orhan’a nikâhladı. Bilahare bundan Murad I. Ve Süleyman Paşa dünyaya gelmiştir.

1299 senesinde vuku bulan bu üç fetihten itibaren, Osman Bey’in hükümeti daha ziyade genişlemiş ve kuvveti artmış idi. O yeni fetih haberlerini bildirmek ve alınan ganimetten taktim etmek üzere Selçuklu sultanına bir adam göndermek istediği sırada İlhanlı hükümdarı Gazan Han kuvvetleri tarafından Sultan Ala-addin Keykubat III.’ın tutulup İran’a götürüldüğü duyuldu ve hediye takdimine de gerek kalmadı. İstilacı ilhanlı kuvvetlerinin Osman Bey’ın uç beyliğine bir zarar vermeleri endişesi ile, ülkenin ve aşiret oymağının savunması tedbirlerine başvuruldu.

Selçuklu sultanının uğradığı bu ağır muamele karşısında Selçuklu emirleri, beyleri, askerleri dağılmaya ve birer tarafa ilticaya mecbur olmuşlardı. Bunlardan çoğu, bilhassa kılıç erleri, bu uçta daima Bizanslara karşı gaza ve cihad işleri ile meşgul ve onlara galebesi ile meşhur olan Osman bey tarafına meylederek onun yanına geldiler. Ayrıca Selçuklu memleketlerinde göçebe halde yaşayan ve Moğollara tabi olmak istemeyen Türkmen aşiretleri de, beyleri ile beraber, Osman Gazi’nin ülkesine rağbet ediyorlardı. Diğer taraftan Selçuklu devletinin uğradığı zaaf dolayısı ile bulundukları hizmet ve yerleri terk ederek, başsız kalan bir kısım Selçuklu umerası da (emir-beyler), kendilerine bir baş, sığınacak bir yer ve görecekleri bir hizmet bulabilmek maksadı ile Osman Bey’in yanında toplandılar. Selçuklu devletinin serhat mıntıkalarında teşekkül eden uç beylikleri ve bilhassa batıdakiler İlhanlı devletinin istilasına maruz kalmaktan endişe duyuyorlar, sultanın esir olarak, İlhanlı devleti ülkesi olan İran’a götürülmesinden sonra, Selçuklu devletinin artık sona erdiğine kani bulunuyorlardı. Osman Bey’in reislik yaptığı aşiret ve oymaklar bu durum karşısında hükümdarlığın, meşru olarak Kayı Han evladına düşeceğini, bunun üzerine Osman Gazi’nin emaret ve riyasete getirilmeye hak sahibi bulunduğunu iddia ettiler.

Nihayet oymak beyleri, Türkmen kabileleri reisleri, Selçuklu devleti bölgesinden gelen muhacirler toplandılar: -“Moğol istilası Selçuklu memleketlerinde karar kılmış ve devam etmektedir; Artık Selçuklu devleti yıkılmıştır, düşmanları kuvvetlidir, halen Selçuklu sultanlarından hiç birisi İlhanlı devletinin elinden mülkü geri almaya gelmedi, buna muktedir değillerdir. Bu uç memleketlerin korunması ve himayesi ise, kuvvet ve kudret, iktidar ve liyakat sahibi bir sultanın kendi başına özgürce hareket etmesini zaruri kılıyor. Böylesi düşmanların ve zalimlerin bu taraflara müdahalesi önlenebilir. Türkmen boy ve kabileleri arasında hasep ve nesep, iyi ahlak, şecaat (yiğit,cesur) ve semahat (cömertlik, iyilik severlik) ile buna layık olan Osman Bey’dir. O hem Kayılardandır, hem de dindar ve Müslüman’dır” – dediler ve onu başa geçirdiler. Şimdiye kadar istiklal fikri hatırından geçmiş olsun-olmasın, Osman Bey de bu umumi arzuya uydu ve bu kararı kabul etti. Ona tabiiyet ve sadakat merasimini, Oğuz Han töresine göre, yapıldı.: herkes birer birer Osman Bey’in önünde diz çöktü. Onun verdiği kımızı alarak içti, bu ona itaatin bir delili idi. İşte Osmanlı Devletinin istiklali bu hadise ile (1299) başladı. Osman Bey fiilen ve hukuken devlet reisi, padişah olmuş ve bu keyfiyet derhal her tarafa duyurulmuş idi. (Aşık Paşa-zade, s.18 v.d; Lütfi Paşa Tevarih-i Al-i Osman, s.21 v.d.; Tac al –tavarih,I,21; Necip Asım – Mehmed Arif, ayn.esr.s.590v.dd.) –İslam Ansiklopedisi 1997- M.E.B.)

“Osman Bey, 1299’da bağımsızlığını ilan etti; yeni devletin teşkilatını kurarak, gazilere tımarlar verdi; fethedilen kalelere idareci olarak subaşı, dizdar ve kadı tayin etti. Köylerde tımar karşılığı, sipahiler yetiştirildi. 1301’de Yenişehir ile Yund-Hisar’ı (Söğüt’ün güneybatısında) aldı ve Yenişehir’i beyliğin yeni merkezi yaptı; Şeyh Edebali, bu yeni merkezde hemen imar faaliyetine başlayarak evler, dükkânlar, çarşı ve hamamlar yaptırdı. Bundan sonra Yenişehir çevresinde bugün de aynı adları taşıyan köy ve kasabaları olan Osman Gazi 1303’te İznik üstüne yürüdü ve kaleyi kuşattı. Bursa tekfurunun önayak olduğu birliği dağıttı. 1315’te Bursa üstüne yürüdü; on yıllık bir kuşatmadan sonra bu şehri aldı (6 Nisan 1326). Osman Gazi Bursa’nın fethinden kısa bir süre sonra öldü; Önce Söğüt’te babasının yanına, sonra da Bursa hisarında camiye çevrilen Aya Eliya manastırı içine yaptırılan türbeye (Gümüşlükümbet) gömüldü. (Meydan Larousse 1987-İstanbul)

İslam Ansiklopedisi’nde, Osmanlı Kuruluşu ile ilgili maddenin anlatımında kaynak olarak gösterilen biblografyada Sayın Prof. Halil İnalcık’ın Hersek Ovası (Yalak Ova) 1302 Bizans tarihçisinin anlattığı Bapheus savaşını “Tevarih-i âli-Osman” eserinde; “noktası noktasına örtüştüğünü” söylediği kaynak da yer alıyor. Demek oluyor ki Osmanlı tarihçileri Osmanlı’nın istiklal ilanını Hersek Ovası savaşından üç yıl öncesinde; Selçuklu Devleti İlhanlılar tarafından sona erdirilerek hükümdar Ala-addin Keykuat III’un tutuklanıp İran’a götürülmesiyle dağılan Selçuklu Emir ve beyleri, askeri otoriteler, savaşçılar, ulema gelişen ve güçlenen Kayı Beylerinden Osman Gazi etrafında birlikteliğe karar vererek yukarıda anlatıldığı şekilde Osman Bey’in Sultanlığında Osmanlı Beyliğinin İstiklali ilan edildiğini dünyaya duyurmuşlardır (1299).

Burada dikkat çeken bir diğer husus da, bahse konu olan savaşla, Osmanlı Devletinin kuruluşunu 3 yıl sonraya taşıyan Bizanslı tarihçinin anlattığı savaşı Porf.İnalcık’ın ifadesi ile; “noktası noktasına örtüştüğü” şekilde anlatan tarihçimizin “Tevarih-i âli-Osman” asırlardır bilinen ve okuna gelen bir eser olmasına rağmen, bu savaşın, tarihçi ve tarih araştırmacılarınca Osmanlı Devletinin kuruluşunun başlangıcı kabul edilmediği halde, asırlar sonrası ve de Yalova da, Sayın Prof. İnalcık’ın Osmanlı Beyliğinin başlangıcını 1302 de Bizans tarihçisiyle birlikte bu savaşa bağlaması dikkat çekici bir husustur.

Son Selçuklu Sultanı Osman Gazi ile çok samimi diyalogunu sürdürürken adeta geleceği görmüşçesine Osman Gaziyi, bağımsızlığa doğru hazırladığı aşikârdır. Kuruluş bölümünde anlatıldığı üzere;

1289’da Selçuklu Sultanı Osman Bey’e fermanla birlikte tuğ, âlem, kılıç, gümüş takımlı at v.b. gibi hediyeler göndermiş, fermanda da Söğüt ve Eski-Şehir’in kendisine verilmiş bulunan Osman Bey’den sorumlu bu topraklardan Selçuklu hükümetice alınan miri vergilerin hepsinden muaf olduğu bildirir. Selçuklu Sultan Ala-addin-i Keykubat, Osman Gazi de, Selçuklu devletinin devamının Osmanlı olarak yeni bir devletin doğuşunu gördüğü gün gibi ortadadır.

Bizans tarihçisi Georgios Pachumeres, Osmanlının kuruluşundan 3 yıl sonra Osman Gazinin Bizans’la yaptığı Bapheus savaşıyla Anadolu’da tanınmaya başladığı iddiası (Sayın İnalcıkta aynı görüşleri paylaşmaktadır) gerçekleri yansıtmamaktadır. Osman Gazi’nin, Söğüt çevresindeki güçlü Bizans tekfurlarını birer birer yok edilmesinin önüne geçmek için gönderilen Bizans ordusunu Bapheus savaşında yok edecek güce nasıl erişmişti? Hukuk, Ekonomik, Sosyal dayanışma, Askeri organizasyon, Silahlı güç, Silah ve malzeme, Çevre beyliklerinin kendisine bağlılığı, Toplumsal dayanışma olmaksızın böylesi bir yükseliş ve başarı zinciri gerçekleştirmek mümkün müdür? Osman Gazi, o tarihe kadar çevredeki pürüz ve engel teşkil eden irili ufaklı bütün tekfurları ya yok etmiş, ya da disiplini altına almıştır. Bu gelişmeler Anadolu’da heyecanla izleniyor, Selçuklu Sultanı imkânlar nispetinde Osman Gazi’nin önüne açmaya çalışmaktadır. Anadolu’daki bu doğuş heyecanı ve sancısının Bizans surlarında yankılandığı da bir gerçektir. Yoksa Osman Gazi, Devletini kurduktan 3 yıl sonra Anadolu da tanınmamış 3 yıl ve daha öncesinden Anadolu’nun ümidi olmuştur. Sayın İnalcık’ın Bizanslı tarihçi ile aynı görüşte olması hayret edilecek bir durumdur. Zira Sayın İnalcık’ın Osmanlı kuruluşunu 3 yıl geriye götüren bir savaşı milad yapması, kendisince ; “Osman’ın Bey olması ve hanedanın etrafındakiler tarafından tanınması tarihi olarak 27 Temmuz 1302 önermesi” kendi şahsi fikrinin doğru olarak kabul edilmesini istediği düşünceleridir. Sayın Prof. İnalcık,’ın kendisine katılmayan, kaşıt görüşlüleri; “kafalarında yerleşmiş bir takım hurafelerle itiraz edenler” olarak görmesi, görüşlerine katılmayanları bilim dışılıkla suçlar durumunu hangi bilimle izah edeceği merak konusudur.

Bize göre Sayın Prof İnalcık’ın önerileri; Osmanlı tarihi anlatımlarında bir dip nottan öteye geçmeyeceğidir. Bizans’ın arka bahçeleri, beslenme alanları konumundaki ve Bizans’la bağlantılı çevresindeki kaleleri konumunda Anadolu’daki uzantıları olan İnegöl, Karaca-Hisar, Yar-Hisar gibi güçlü ve zengin tekfurları ortadan kaldırmak, bir kumandanın yiğitlik ve şöhretinin tanınması için yeter ve hatta fazla nedenler değil midir? Ayriyeten kendi iç disiplinini gerçekleştirmesi, onlarca yiğit Beylikler, Obalar içersinde kendini kabul ettirmesi, Anadolu da tanınması için zaten başlı başına yeter bir sebeptir. Bir dış gücü yenmekten çok daha zor olan kendi merkezi otoritesini kurmak, iç disiplini harekete geçirmek, bir Bizans ordusunu yenmekten zordur ve yenmesinden daha önemlidir ve yenebilmesinin de olmazsa olmaz ön koşudur. Bunun içindir ki Osmanlının kuruluş tarihini Osmanlı ve yakın çağ tarihçilerin tümü, Bizans tarihçisi ve Sayın İnalcık’tan farklı olarak 1299 Söğüt olarak tespit etmişlerdir. Onca Bizans tekfurları ortadan kaldıran Osman Gazi’nin Anadolu da ki bu doğuşunun önüne geçmek ve halen ayakta kalan diğer Bizans’ın güçlü tekfurlarını korumak için deniz yoluyla Anadolu’ya sızarak, Hersek Ovasına çıkarma yapmış Bizans güçlerini denize dökeceği besbellidir. Osman Gazi’nin liderliğinde her an güçlenerek büyüyen bu yeni doğmuş İslam Devleti, teslis inancının temsilcisi Bizans’ın uykularını çoktan kaçırdığı besbellidir.

Osmanlı’nın kuruluş yeri ve yılını değiştirmek isteyen bilim adamlarımız açısından diğer bir üzücü durum da; Gazetecilerin Osmanlının kuruluş yer ve yılı olarak Bilecik ve Söğüt’ten gelen eleştirilerin kendilerine hatırlatılan Yalova Üniversitesi Rektörü Sayın Prof. Niyazi Eruz’un takındığı tutumdur. Sayın Prof. Eruslu; “Tarihe bakış insanların kabiliyetleri kadardır. Eğer kişiler miyopsa önündeki gerçekleri görmez. Eğer teleskopu varsa uzaydaki nesneleri dahi görür. Onlar konuya kendi cephelerinden baktıkları için onları da doğal karşılıyorum. Onlar Osmanlı’nın kuruluşunu ekonomik çıkar olarak görüyorlarsa onlara bir şey demiyorum. Ama biz tarihi gerçekleri ortaya çıkarmak istiyoruz. Ben kendim Domaniçliyim. Söğütlü sayılırım. Osmanlı’nın kuruluşunu oraya götürmek isterim. Ama tarihi gerçekler orta da. Osmanlı o dönem de beylikti. Osmanlı 1302 büyük savaş sonrasında devlet hüviyetini kazanmıştır. Milyonlarca kişi bunu inkâr etse de bu böyledir.”

Sayın Prof. Eruslu’nun, Prof. İnalcık kaynaklı, benzer görüşleri elbette ne mantıklı ve ne de gerçekçi olmadığı yukarıda uzun uzun tarihi gelişmelerin ışığında anlatıldı. Ancak burada değinmek istediğimiz, Yalova Üniversitesi Rektörü Sayın Prof Eruslu’nun; “Tarihe bakış insanların kabiliyetleri kadardır” sözüne diyeceğimiz yok. Doğruyu kim söylemiş, kimin ağzından çıkmış bakmaksızın, doğruya doğru demek “Hakikat Medeniyetimizin” öğretisi olarak hayatımızın vazgeçilmezidir. Ve yine aynı öğreti bize yanlışın karşısında susulmaması gereğini de öğretmiş olmasındandır ki bu cevabı vermek durumu hâsıl olmuştur.

Sayın Rektor Eruslu’nun; “Eğer kişiler miyopsa önündeki gerçekleri göremez” sözünü farklı şekilde okursak, bazı kişilerin görmek ve anlamak istemedikleri hakikatleri, hayallerindeki kurgularıyla karıştırıp, doğru bizim dediğimizdir, buna katılmayanları (profesörler, bilim adamları, araştırmacılar ve milyonlarca halk da dahi) “kafalarına yerleşmiş bir takım hurafeyle” ya da “miyop hastalar” olarak görenlere hangi bilimsellik tanımla bu denli ağır bir şekilde itham ediliyorlar?

Dünyaya 6 asır hükmetmiş “Hakikat Medeniyeti”nin en uzun ömürlü Devleti; “Osmanlı İslam Medeniyeti Devleti”nin kuruluş tarihi ve yeri bunca asırlardır nasıl bilinmez Sayın Prof. İnalcık, Sayın Prof. Eruslu ve bu iddiayı savunan diğer Profesörler?

Asırlardır o toprakta doğmuş, büyümüş, hakikat değerleriyle beslenip neşvünema bulmuş, dünyayı gölgesine almış bu çınarın köklerinin nereden beslendiği, kıtaları aydınlatan ışığını nereden aldığı gerçeğini halk bilmiyor, cahil diyelim, bu büyük devletimizin büyüklüğü ve şanına yakışan bilim adamları, tarihçilerde mi “kafaları hurafe dolu” ya da “miyop” Sayın Prof. Sayın Rektör. İnsaf demekten başka diyecek bir şey bulamıyorum.

Buradan şu garip tablo önümüze çıkıyor. Türk Milleti; dünyaya hala bir şekilde etkili olan o büyük devletinin gerçek kuruluş yılı ve yerini, asırlar sonra henüz dün açılmış olan Yalova Üniversitesi ve Bilkent Üniversitesinin katılımıyla Prof. İnalcık’ın başkanlığında organize edilen, Prof. İnalcık’ın İcra kurulu Başkanı olduğu IAOSEH (International Association of Otoman Social and Economik) Uluslar arası Osmanlı Sosyal ve Ekonomik Tarih Kurumu)un desteklediği, Sempozyumla bugün; Osmanlı Devletimizin kuruluş Tarih! ve yerini! Öğreniyoruz. Ve kim bilir daha sonra ki sempozyumlarda O Büyük Medeniyet ve Onun Devletinin hangi yanlışlarını öğreneceğiz! Yoksa O büyük Medeniyet Devletimizin kuruluşunda da, yenidünya düzenine uygun bir takım değişiklikler mi yapılmak isteniyor? Akla daha pek çok sorular geliyor.

Şu, hiç, ama hiç unutulmamalıdır ki; Osmanlı “Hakikat Medeniyeti Devletimiz”, altı yüz sene sonra ancak Batılıların (Haçlıların) planlı, bilgili, sinsi ve içerden satın aldıkları; yerli hain işbirlikçileriyle uzun, yorucu, organizeli, sabırlı çalışmaları sonucunda parçalandı ve yıkıldı. Ancak, “Hakikat Medeniyeti Devletimizin” temelleri, hiçbir gücün yerinden oynatamayacakları, yıkamayacakları kadar sağlamdır. Parçalanmışlığın ve dağılmışlığın üzerine birikmiş toz toprakların üzerindeki yaban düşüncelerin anlık yeşertilerine aldanmayınız. Yanlış, yanlı, art niyetli tohumların bu toz toprakta batı rüzgârlarının getirdiği geçici yağmurlarla yeşerdiğine bakmayınız, kuruyup gidecekleri aşikârdır.

Söğütlüler üzülmesin, hakikat balçıkla kapatılamaz. Yukarıda anlatıldığı gibi Yalovalılarda bu aykırı görüşlere itibar etmiyor. Zaten böyle bir kaygılarının da olmadığı, bu gerçek dışılığın dışa vuruşunu yukarıdaki verilen örneklerde de gördük. Yalova Üniversitesi Rektörü Sayın Eruslu, şimdiden, Üniversitesinin Sosyal Bilimler Enstitüsü bünyesinde, Türk Tarihi Araştırma Merkezi kurduklarında, buraya Prof. Dr. Halil İnalcık adını vereceklermiş. Yanlış hesabın Bağdat’tan(Harap olmuş da olsa) döneceği gerçeği asla unutulmamalıdır.

“AVAR DİASPORA” olarak diyoruz ki; Osmanlı devletinin bilinen kuruluş yeri ve tarihini asırlar sonra değiştirmek isteyen; “bu görüşümün kabul edilmesini istiyorum” diye ortaya çıkan Sayın Prof. Halil İnalcık’la birlikte, Yalovalı Sayın yetkililerin, konularının uzmanı diğer tarih profesörleri de çağırmış ve tarihi kaynakları masaya koymuş olsalardı keşke. Sayın Prof. İnalcık’lı söyledi, o halde bu söz kayda almaya değer yaklaşımıyla hareket etmek, her halükarda Yalova’nın reklamı olur düşüncesiyle olaya yaklaşma son derece yanlış olmuştur.

Oysa Yalova kendine has özellikleri ve güzellikleriyle öne çıkmalıydı. Kendine özgü başarılarıyla tanınma yolunu seçmeliydi. Ekonomisinin düzgünlüğü, işsizliğin olmadığı, pek az şehre nasip uzun kıyılarına hiçbir atığın dökülmediği tertemiz kıyılarıyla öne çıkmalıydı. Caddeleri, sokakları ülkenin en temiz şehri, trafik sorununu çözmüş, otopark sorunu bulunmayan, hırsız ve dolandırıcıların yaşayamadıkları, sosyal dayanışmanın örnek alındığı bir şehir olarak öne çıkmalıydı. Yeşil alan, piknik ve dinlenme yerleriyle meşhur olmalıydı. Maden adı altında taş ve moloz çıkarılarak yeşil tepelerin ve tabiatın yok edilmesine asla izin vermeyen “yeşil-mavi yol”projesiyle sosyal dayanışma ve güzelliklerinin iç içe girmiş farklı bir örnek şehir olarak gündem oluşturabilmeliydi. Kamu kurum ve kuruluşların işleyişinde ahenk ve başarının göze çarptığı, sosyal yaşantıda saygı ve sevginin hâkim olduğu, toplu taşıt araçlarının en dakik şekilde hizmet verdiği bir şehir olduğunu Yalova’yı ilk görenlerin intibaları olmalıydı. Dünyanın bir başka şehrinde bulunmayan ve belki de yalnızca Yalova’ya mahsus bir garabet olan, aynı istikamette gidecek gemiler için farklı alanlarda iki farklı iskelede gülünçlüğünü yaşamasaydı. Ekonomiyi canlandırdığı hayali ile insanlara zulmedilmeyip, ekonomik ilmiyle alay edilmeseydi. Osmanlı Atalarımızın güçlünün değil haklının, kişisel haklar da korunarak toplum çıkarlarını gözettiği ve daha nice sayamadığımız gerçeklerin yerinde uygulandığı özel konumlarla öne çıkmalıydı şehrimiz. Kendinde bulunmayanıyla, bulunamayacağı ile değil de, yukarda saydığımız yanlış, eksik ve çirkinliklerin bulunmadığı örnek bir şehir unvanıyla öne çıksaydı Yalova.

Bizans Tarihçisinin görüşlerinden yola çıkarak, onunla aynı görüşü paylaşan Sayın Prof. İnalcık; “çağdaş Bizans kaynağına göre tespit ettiğimden Osmanlı Beyliğinin başlangıcını 1302’de kabul ettim” kendi şahsi görüşünü ortaya atıp sahiplenmesini istediği Yalovalı Sayın yetkililerin bu husustaki aceleci davranışları Yalova için talihsiz bir girişime ev sahipliğinden başka işe yaramayacak bir girişim olmuştur.

Editör: Ömer Faruk