Çubuk haber yazarı Tarık Sezai Karatepe, duygusal bir üslupla Halepçe'deki trajik olayları ve insanlık dramını kaleme aldı.
Tarık Sezai Karatepe'nin yazısında, Halepçe faciasıyla başlayan insanlık trajedisine vurgu yaparken. Moiz Kohen'in Siyonist bir figür olarak tanımlanmasıyla, olayların köklerine dair bir bakış sunuyor. Yazıda, Halepçe'deki acının ve trajedinin yanı sıra, insanlık tarihindeki çeşitli zulümlere ve soykırımlara da atıflar yapıldı. Karatepe, yazısında, insanlık onurunu ve haysiyetini korumak için verilen mücadeleyi ve adalet arayışını vurguladı. Halepçe'den başlayarak, insanlığın tarih boyunca yaşadığı acıları ve direnişi anlatan Karatepe, yazısını derin bir düşünce ve duygu yüklü bir üslupla tamamlıyor.
İlte o yazı
Halepçe, Kelepçe, Dilekçe!
Tekin Alp namıyla ün salan Moiz Kohen, Siyon bir fanatik, piyon bir klikti.
Hayim Naum'la birlik olup, vahdeti tez elden yok eden Mason tezgahının, haçlı-taçlı sembolüydü.
Gerilerden Mişel Eflak artıkları topluyor, Şam'ın gülleri bir bir soluyordu. Irkçılık bir insanlık suçuydu, Osman Gazi'nin Yurdu'nu kasıp kavuruyordu.
Aydınlık tek, karanlık çoktu.
Sentez, akla en yatkını, Vahy'e en uzağıydı. Alemlerin Efendisi hükmünü sunmuştu dünyaya:
"Dine bir şey katan, kattığıyla kalırdı, baş başa.
Çıkaran dinden bir şeyi, çıkardığıyla kalırdı, yalnızca."
"Ne var bunda canım, biz ayırmıyoruz ki sentezle, kaynaştırıyoruz sadece. Niyetimiz çok halis, yanlış anlamayın lütfen!"
"Yanlış anlayacak kadar geri mi zekamız? Bir fasit dava uğruna parçalandı ülkemiz. Türk-İslam, Kürt-İslam, Arap-İslam... Yarın Laz-İslam, Çerkez-İslam... Nereye varır birliğimiz? Harbetmemiş mi Kutlu Önder, ırkının azgınlarıyla! Amca Mekke'de, dayı Taif'te çektirmemiş mi çile? Evet, aynı ırktandılar, ama asla değillerdi, aynı milletten. Kavim ayrı, ırk ayrı, millet ayrı!"
"Nasıl yani?"
"Yanisi şu: Kalpler aynı inançla çarpıyorsa milletsin. İbrahim Milleti, Muhammed Ümmeti... Yok, ayrıysa duygular, farklıysa niyetler, uyuşmuyorsa gayeler, barışmıyorsa kıbleler... Kan bağı olsa da, uysa da ense kökü(!), ölçülse de santimle boyun kemiği(!), tıpatıpsa da DNA... Zorla güzellik olmaz, işte bakın ispatı: Yıllar yılı, 'Etmeyin eylemeyin, Anayasa'ya götürmeyin Vahyin Kurallarını, yasaklamayın İffetin Sembolü'nü, düşmeyin secde edenin peşine!' dedik durduk. Ne cevap verdiler dersiniz! 'Beğenmeyen uzaklara! Bizi zorla kendinize benzeteceksiniz. Ateşse yanmaya, irinse kanmaya varız. 'Beş ton suyla geliyorum!' dedi, Ankaralı Turgut abimiz. Düşün yakamızdan."
"Konumuz Halepçe, saptırmayalım! Mevziyi sizlere kaptırmayalım!"
"Halepçe, bir nazlı belde, nar bahçeleri her yerde. Kavgası yüreklerde, silah ta belde! Savunmadır gayesi. Eflak'ın Uşakları'nın hissedilir nefesi. Mişel Eflak, Telaviv'in kölesi, kandırmaktadır evanesi, bebesi. Şam'da atar nifak tohumunu... Hama'da bir Nusayri, yok eder Elli Bin'i. Cahitçe seslenir Zarifoğlu: 'Hama 1982. O gün ezan sesi gelmedi, camilerimizden, minarelerimizden. Korktum bütün insanlar, bütün insanlık adına!' En çok da Mişel dört köşeydi. Esat'ın Hama soykırımından, yüzyılın faciasından... Acı meyveyi tattırmıştı Suriye'ye. Lakin daha dur! Gerisi vardı, en acısı! Vaşington-Paris-Amsterdam hattında olağanüstü bir hazırlık vardı, sene Seksen Sekiz! Ölüm kamyonları, uçağa hardal gazı yüklü yüklüyorlar; kışa çeviriyorlardı, Halepçe baharını. Gökkubbeden yere inen renkli vahşet, caddelerden ara sokaklara, oradan mutfağa, lavaboya, dip odaya siniyor, siniyordu. İçini yakan, dışını solduran; nefessiz bırakan, gözleri donakalan bir acıydı, Halepçe'ye uğrayan. Uğrayıp da gitmeyen! Hiroşima'dan tanıdık, Nagazaki'den akraba bir inilti, bir girdaptı boyna dolanan. Toprağa sinen, özsuyunu emen, gülü diken eden bir jenositti. Nemrut'a dudak uçuklatan işkence! Sokaklar, şüheda bahçesidir artık. 'Ömür bir saniyelik. Gider, küf deyince.' Yirmi iki bin er, yediden yetmişe kavuşmuştur Rabbine! Paris'te dostlarına(!) yaklaşmaya ramak kala, gelir haberi Mişel'e! Sonunu gören bir adamın galiz kahkahasıyla Şaron, ondan alır dersi, Sabra'da, Şatilla'da!"
Kelepçe...
Oyunu çözen bir civandır, Dost'a gitmek işte bu andır. Kanatlı kapının gıcırtısı son kez duyulur. Elleri bağlı, yüreği bağsız götürülür, çıkarılır iskemleye.
"Ele ver, ihvanını!"
"İşkenceniz iki gün, en babasından. Ya gammazın Büyük Sorgu'daki cezası! Öğrenmişim Önder'den: Sağ eline güneşi, sol eline ay'ı verseler, reddet dünyalığı!"
Dilekçe...
Rüyadır, Hakikat'e ulaşan. Geceden bir dilekçedir, yarım kalan. Vakit yaklaşmıştır an be an.
"Frenke benzeyen O'ndandır!" emriyle sarsılan adam, irkilir. Duyulur, zifiri karanlığı yaran:
"Bize kavuşmak istemez misin, nedir bu hazırlıklar!"
Tomur tomur terdir, çenesinden boşalan. Yırtar dilekçesini, hazırdır Kutlu Savunma'ya!
"Bir garip Atıf'ım! Niyazım ancak Sana'dır. Sen'sin gayem, Sen'sin Tek! Dilekçemi arz ederim."